Vişne Kiraz

Düşlerimin peşi sıra kendimi yollara vurdum

Posts tagged ‘visnekiraz’

Bu sefer günümüzde var olmayan bir ülkeye gidiyor gibi evden çıktım. İspanya‘ya değil eski Endülüs‘e gidiyordum. O yüzden biraz farklıydı heyecanım bu yolculukta. Özellikle İspanya’nın güneyini etkileyen ve hala ayakta kalan Endülüs Emevileri‘nin mimarisini çok merak ediyordum. Nereye gidiyorsun diye soranlara Endülüs’e dedim bu sebepten. Ha bir de böyle içinde gezerken zaman yolculuğuna çıkmak istediğim Persepolis var “bucket list”emde.*

Yıldızlar - Alcázar of Seville

Yıldızlar – Alcázar of Seville

İlk durak Córdoba

Endülüs’ün dar sokaklarında keşfe Córdoba ile başladık. Bu yörede en sevdiğim şehir oldu küçüklüğü ve sevimliliğiyle. Sokakları boydan boya yıkayan temizlik görevlileri bana küçüklüğümde Adana’da anneannemin evinin merdivenlerini sokağa kadar yıkattığı yaz tatillerini hatırlattı. Ne de olsa o sıcakta azıcık serinlerdik biz, ev ve sokak.

Jewish Quarter – Córdoba

Gece geç yatan ve öğlen siesta yapan İspanyolların sabah erken saatlerde ücretsiz müze ziyareti olanağı sağlamalarına çok güldüm. “Abi biz beceremiyoruz erken kalkmayı, sen yapabiliyorsan gözümsün!” misali sabah 8.30-9.30 Mezquita de Córdoba‘i ve Alcazar de los Reyes Cristianos‘u ücretsiz ziyaret edebilirsiniz. Bu arada siestanın İspanyollara Emeviler zamanından kalma bir alışkanlık olduğunu öğrendiğime çok şaşırdım. Kuşluk vakti uykusu ile siesta arasındaki ilişki aslında geçmişe yaptığım yolculuğumun günümüzdeki güzel işaretlerinden biri oldu.

Hostel sahibi José sayesinde harika bir harita ile tanıştım bu gezimde. Avrupalı gençlerden oluşmuş USE-IT grubu gönüllü olarak genç turistler için haritalar hazırlamakta. Öyle keyifle hazırlanmış ki  gezdirirken eğlendiren türden :)  Şimdilik 45 şehir için haritaları var. Hangi şehirlerin haritaları var diye bakınırken gittiğim yerleri Use-It haritaları ile gezsem tekrar diye hayıflandım. Córdoba haritasını ücretsiz olarak buradan indirebilirsiniz. Şiddetle tavsiye ederim!

Ayasofya’ya benzeyen Mezquita de Córdoba sırasıyla kilise-cami-kilise dönüşümleri yaşamış. İslam mimarisindeki ışık oyunları hep çok hoşuma gitmiştir. Bana ayrı bir huzur verir. Burada yakaladığım ışık ile “huzur” adlı eserimi çektim diyebilirim. Altın yaldızlı mihrap Emevilerin mimaride estetik anlayışlarının ne kadar üst seviyede olduğunu gösteren harika bir yapıt, bugüne kadar gördüğüm en güzel mihrap.

Jewish Quarter‘ın sokaklarında kaybolduk bilerek ve isteyerek. Beyaz duvarların üzerindeki renkli saksılar, minik şirin dükkanlar, tabanı bile renkli seramiklerle döşeli balkonlar arasında yürümek güzeldi.

Alcazar de los Reyes Cristianos‘un bahçelerine bayıldım. İslam mimarisinin bir parçası olan avluları ve havuzları oluşturdukları atmosferle beni dış dünyadan uzaklaştırıp götürdü. İlginç şekillerde budanmış ağaçların ve rengarenk çiçeklerin arasında hoş zaman geçirdim.

Japonya’dan sonra bir bahçe türü daha öğrenmiş oldum: dikey bahçe. Palace of the Marquises of Viana‘nın bahçesinde yöredeki avlulardan farklı olarak dikey bir bahçe ve sergilenmekte olan modern sanat eserleri yer almakta. Sarayın içi sadece rehber ile gezilebilmekte. İspanyolca olmasına rağmen içini görmek istedim. İyi de yapmışım rehber hem İngilizce broşür verdi içeride hem de arada sorularımı İngilizce cevapladı.

Akşam Los 100 Montaditos‘ta tapas yiyip Roma Köprüsü‘nde yürüdük. Köprünün sonunda Mezquita de Córdoba’nın akşam manzarası bizi bekliyordu. O akşam şansımıza bütün tapaslar 1 euro’ya satılıyordu Los 100 Montaditos’ta. Mekan dışarıdan çok cazip görünmese de İspanyollar’ın tercih ettiği bir tapasçı. Turist tuzaklarından kaçınan ve yöre insanın gittiği yerleri keşfetmeyi seven bizlere çok hitap etti.

Córdoba 1. Mezquita de Córdoba 2. Alcazar de los Reyes Cristianos 3. Roman Bridge 4. Jewish Quarter 5. Palace of the Marquises of Viana 6. Plaza Corredera

Granada

Gitmeden önce Granada benim için her ne kadar Alhambra demek olsa da Plaza Nueava’dan başlayarak Carrera del Darro boyunca yürüdüğümüz Albaycin ve Sacromonte kasabalarından geçen rotayı sevdim. Sacromonte’de kayaların içinde yaşayan gypsy (çingene) evleri oldukça ilginç bir manzaraya sahipti. Hala elektrik, su ve kanalizyon olayını nasıl çözdüklerini anlamasam da evlerinin içi kesinlikle serin olmalı. En az bir tanesinin içini görmeyi çok isterdim doğrusu.

Alhambra harika bir saray. Dantelimsi alçılarla (plaster) bezenmiş sarayın zarif bir güzelliği var. Minimalist yapısı, geometrik desenlerle döşeli duvarları, yıldızları andıran kakmalı tavanları, aslanlı çeşmesi beni alıp eskilere götürdü. İslam’da yasak olan canlı figürlerine inat geometrinin zenginliğinde binlerce harika desen çıkmış ortaya. İnsanın kısıtlandıkça içindeki yaratıcılığı başka bir yerden çıkarabiliyor olmasından mutlu oluyorum. Bayıldığım bu desenlerden bir tanesinin üzerinde olduğu bir çift küpe aldım kendime sarayın mağazasından. Tanımadığım insanlar durup küpemi nereden aldığımı soruyorlar, seçimimden ötürü bunları duyunca seviniyorum.

Nasrid Sarayı – Alhambra

Geçenlerde Game of Thrones‘un yeni sezonda Alhambra ve Alcázar of Seville‘da çekim yapacağı yönünde dedikodular çıkmaya başladı. Eğer doğruysa sonunda Game of Thrones dizisinin çekileceği yerlerden birini dünya gözüyle görmüş oldum demektir. İzlanda hayalleri bir müddet daha bekleyebilir :)

Alhambra çıkışında Calle Molinos‘a giderseniz birbirinden harika graffitiler görebilirsiniz. Akşam Casa del Arte Flamenco‘da  flamenko gösterisi izledik. Flamenko dansçılarının hep kadın olduğunu sanırdım, yanılmışım. Hem kadın hem de erkek dansçının performansları oldukça coşkuluydu. Bir de bağrı yanık şarkıcının sesine eşlik eden gitar tam İspanya havasına girmemizi sağladı. Akşam üşenmezseniz Mirador  de San Nicolas‘a gidip manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.

Granada 1. Alhambra 2.Albaycin and Sacromonte 3.The Cathedral and the Royal Chapel 4.Carrera del Darro and Plaza Nueva 5. Graffiti Sokağı

Seville

Seville gezdiğimiz şehirler içinde en büyük olanı. Bana bir kaç yer dışında çok ilgi çekici gelmedi. Alcázar of Seville‘ın Alhambra ile yarışacak kadar güzel olduğunu bilmiyordum. İkisi de harika olsa da benim için Alhambra’nın yeri başka. Seville Cathedral‘indense kulesi (minaresi) Giralda‘yı daha çok beğendim. Plaza de España gece fotoğrafı çekmek için güzel bir yer. Torre del Oro ya da diğer adıyla Altın Kule Seville’nın tarihteki gelişimini anlatan önemli yapılardan biri. Casa de Pilatos bizdeki vali konağına karşılık gelmekte. Mimarisi, İslam ve rönesans eserleriyle hoş bir sentez oluşturmuş.

Vineria San Telmo‘da lezzetli bir akşam yemeği yedik. Akdeniz, Arap ve İspanyol mutfaklarının birleşimi zengin bir menüye sahip. Gitmeden önce rezervasyon yaptırmanızda fayda var.

Seville 1. Alcázar of Seville 2.Seville Cathedral & Giralda 3.Plaza de España 4.Torre del Oro 5.Casa de Pilatos

Dikkat edilmesi gerekenler:

  • Alhambra biletinizi mutlaka önceden internetten alın. Saraya çok talep var ve gittiğiniz gün kapıdan satılan sınırlı sayıda bilete yetişememe ve erkenden girdiğiniz kuyruklarda boşuna zahmet çekme riskiniz var. Biletinizi buradan alabilirsiniz. “Genel” kategoriden aldım biletimi, oldukça kapsamlıydı. Sarayın bahçesinden seçtiğiniz saatten erken giriş yapmanız mümkün, fakat biletin üzerinde yazan saatte (sanırım tercih ettiğiniz saatten 15 dakika önce) Nasrid Sarayı‘nın önünde hazır ve nazır bulunmalı.
  • Sıcak hava – Haziran başında oradaydım. Hava aşırı olmasa da sıcaktı. Dar sokaklardaki gölgeler yardım etse de temmuz ve ağustos aylarındaki halini hayal edemedim. Mümkünse temmuz ve ağustos dışında giderseniz çok daha keyifli olabilir gezileriniz.
  • Tarihi yerleşim yerlerine araçla girme yasağı– Endülüs bölgesini arabayla gezmek oldukça rahat. Yalnız şehir içindeki tarihi yerleşim yerlerine belli araçlar girebilmekte. Google Maps sizi bodoslama bu yerlere sokup başınızı ağrıtabilir. Eğer araç ile gidecekseniz kalacağınız otele mutlaka bu durumu iletin ve plakanızı bir an önce kendilerine iletin. Sisteme plakanızı kaydettirdiklerinde aracınızla en azından otelin önüne kadar gidip valizlerini bırakabilirsiniz.   
  • Otopark – Şimdi öncelikle saf saf Türk mantığı ile İspanyolca çeviri yapmaya kalkışmayın benim gibi. Futboldaki libero teriminden otoparkların levhalarında yazan “libre” kelimesini free-ücretsiz diye çevirdim. Otoparka girince farkettim ki ücretsiz demek değil o, müsait demek. Paralı otopark yer durumundan haber veriyor Vişne ne anlıyor durumu :) Günlük 20-30 euro arası otopark ücretlerinin. Otopark görevlisi halden anladı da hemen çıkma isteğine pratik çözüm buldu. Cadde üzerlerinde mavi ile işaretlenmiş yerler ücretli, sarılar da rezerve demek. Beyaz ya da boyalı olmayan yerlere aracınızı gönül rahatlığıyla park edebilirsiniz. Haritalarımdan notlarımı toparlayıp “Endülüs’te ücretsiz park yerleri” yazımı yazana kadar aracınızı ücretsiz nereye park edebileceğiniz konusunda kalacağınız yerle iletişime geçmenizde fayda var.
  • Uygun araç kiralamaGoldcar‘ın fiyatları oldukça uygun. Günlük 10-12 euro civarına araç kiralayabilirsiniz. Yalnız aracı aldığınız şehirden başka bir şehirde bırakırsanız 40 euro fazladan ödemeniz geremekte.

Güzergah

Seyahat planlarınıza ilham olur belki diye planlama aşamasında Google Maps’te hazırladığım haritayı koyuyorum buraya. Bu yazımda detaylı olarak Córdoba, Granada ve Seville gezilerini anlatmaya çalıştım. Granada’dan Malaga’ya geçerken El Torcal Doğa Parkı‘nda şehir tatilinden kaçıp doğada yürüyüş yapmak iyi geldi. Memleketine o kadar yaklaşmışken Malaga’da Picasso Müzesi‘ne uğramadan dönmek olmazdı.

Akdeniz, Ege ve Karayipler’in maviliklerinden sonra Batı Avrupa’da deniz beğenmek biraz zor. Plana güzel bir deniz kum güneş keyfi eklemek için bakınırken Marbella’nın grimsi denizi cazip gelmedi. Bir şekilde Cádiz‘e karar verdik ve yine Atlas Okyanusu’nda bir sahili deniz kum güneş tatili için seçmemek gerektiğini deneyimledim. Ayrıca Akdeniz ve Afrika’nın birbirine bu kadar yaklaştığı bir boğazda buz gibi esen rüzgar bana Hollanda sahillerini anımsattı. Rüzgardan kumsalda oturmak ve üşümemek neredeyse imkansızdı. Biz de bu vesileyle Malaga’dan  Cádiz’e geçerken dağların içinde iki güzel kasabayı Ronda ve Setenil de las Bodegas‘ı plana dahil etmiş olduk. Cádiz’deki kumsal faciasından sonra bari bu kadar gelmişken Cebelitarık‘ı uzaktan da olsa bir görelim istedik. Cebelitarık İngiltere kontrolünde olduğundan gezmek için İngiltere vizesi gerekmekte. Denizin ortasında ama karaya yakın kocaman kayalı haliyle bir karakolu andıran Cebelitarık, yol boyunca uzanan rüzgar değirmenleri ve karşıda Afrika kıtası manzaraları görülesi. İsterseniz dönüşte ufak bir kasaba olan Vejer de la Frontera‘ya uğramak mümkün.

Kaç gün yeterli?

Kendimden biliyorum seyahat planı yaparken en önemli aşamalardan biri de gideceğiniz yeri adam akıllı gezmek için kaç gün yeter kararı vermek. Süre ne çok uzun ne de çok kısa olmalı. Bu nedenle gezi yazılarıma elimden geldiğince “Kaç gün yeterli?” kısmını eklemeye çalışacağım. Bir hafta Endülüs gezisi için yeterli bir süre.

  • Córdoba 1 gün
  • Granada 1-2 gün (Özellikle Alhambra Sarayı yarım gününüzü alabilir ve rahat gezmek için 1 günden biraz fazla vakit ayırmalısınız.)
  • Seville 2 gün
  • El Torcal + Ronda + Setenil 1 gün (Ronda ve Setenil birbirlerine yarım saat mesafedeler, Granada’dan sabah erken yola çıkarsanız üçünü gün içerisinde gezebilirsiniz. El Torcal’a Granada’dan Malaga’ya giderken uğradık. Ronda ve Setenil de Malaga’dan yaklaşık bir saat mesafede Cádiz’e giderken yol üstünde.)

* Bucket list kelimesini “ölmeden önce yapılması gerekenler listesi” diye çevirmek istemedim. Morgan Freeman ve Jack Nicholson abilerimizin oynadığı The Bucket List (2007) filminin hatrına bu kelime daha iyimser geliyor kulağıma içinde ölümün yer aldığı bir ifadeyi kullanmaktansa.

(Vişne Kiraz, Haziran 2014)

36 Yorum
Sentiero degli Dei, Amalfi

Sentiero degli Dei, Amalfi

Napoli’ye 1.5 saat mesafedeki Amalfi‘nin cennet kıyılarında mutlaka yapmanız gerekenler:

1. The Walk of the Gods

Tanrıların Yolu ya da diğer adıyla Sentiero degli Dei. Bu ihtişamlı rotanın başladığı yer Bomerano. Arşivimin yardımıyla tam başladığı noktayı da buldum, eğer Google Maps’ten bulamazsanız koordinatları şöyle. Amalfi meydanından kalkan dolmuşlarla virajlı yollardan bir müddet tırmanarak Bomerano’ya varmak mümkün. Bu yolun bugüne kadar yürüdüğüm en güzel yol olduğunu söylebilirim. Kıyının hemen dibinde yükselen heybetli dağların üzerinde yürürken insanın kendisini “tanrı” gibi hissetmemesi neredeyse imkansız. Patika boyunca uzanan rengarenk çiçekler, manzara, yol boyunca geçilen köyler…bence benzersiz bir yolculuk.

Tanrıların Yolu boyunca limonata satan bir amcadan başka bir şeyler alacak çok yer yok, o yüzden yanınıza yolluk almakta fayda var. Yola çıkmadan önce Amalfi’nin içlerine doğru küçük bir dükkanda (Latticini di Agerola) patlıcanlı mozarellalı sandviç yaptırmıştık, tadı hala damağımda. Limonata demişken o amcadan aldığımız limonatada hiç şeker yoktu ve bütün şeker-su ekleme çabalarına rağmen bildiğimiz normal limonataya dönüştüremedik kendisini. Neymiş o kadar çok limonu görünce limonataları güzel olur diye varsayım yapıp gördüğüm her sıkılmış limona limonata diye atlamayacakmışım :) Aynı dili konuşamamak da tuzu biberi oldu tabii.

2. Positano

Tanrıların Yolu’nu bitirdikten sonra biraz daha yürüyüp Positano’da güzel bir öğleden sonrası geçirmek mümkün. The Talented Mr. Ripley (1999) filminin çekildiği bu şehir Amalfi’ye göre oldukça turistik, resmen her yer Amerikalı doluydu. O kadar gitmişken en turistik yeri de görmek gerekli bence. Tatilinizi planlarken aklınızda bulunsun şezlonglar, oteller vb. şeyler oldukça pahalı Amalfi’ye göre. Hediyelik eşya için çok seçenek var Positano’da.

3. Ravello

Amalfi meydanından kalkan üstü açık dolmuşlarla yarım saatte vardık Ravello’ya. Ravello davetlerin şehri gibi. Ravello’yu görür görmez ilk aklıma gelen imkanım olsa kır düğünü yapacağım yerin kesinlikle burası olacağı olmuştu. Muhteşem Amalfi manzarasına karşı Villa Cimbrone‘nin balkonu heykellerle süslüydü. Villa Cimbrone’nin bahçesi ve içindeki çardakları İtalyan estetiği ile düzenlenmiş. Akdeniz’e özgü çam ağaçları hayranı olduğum bu manzarayı daha da güzelleştirmekte. Biz oradayken Villa Rufolo‘nun bahçesine sahne kuruluyordu yaz konserleri için. Eminim o güzel havada güzel bir deneyim yaşatır insana. Ravello Festivali‘ne denk gelirseniz aklınızda bulunsun.

Ravello gezisini bir İtalyan aile tarafından işletilen Cumpa Cosimo‘da sonlandırdık. Ev yapımı makarnaları ve tiramususu harikaydı.

Villa Cimbrone

Villa Cimbrone, Ravello

4. Limon bahçeleri

Limoncellonun memleketinde limon bahçeleri görülesi. Siyah duvaklarının altında sarı sarı parlayan limon ağaçları bugüne kadar gördüklerimden daha alımlıydı. Ayrıca limonlar Türkiye’dekilere göre oldukça büyük.  Amalfi’nin dik yamaçlarında tepeden sahile kadar uzanan (çay ya da pirinç tarlalarında olduğu gibi) teraslarda limon ağaçları asma ağacı gibi çıtaların üzerinde yetiştirilmekte. Amalfi’nin dik yamaçları limon ağaçlarının denizden gelen nemi almasına çok uygunmuş. Hikayelerden birine göre sefere çıkan denizciler C vitamini eksikliğinden hasta olmasın diye limon ağaçları dikilmeye başlamış ve limoncello ortaya çıkmış.

Ravello’yu gezdikten sonra yürüyerek Ravello – Scala – Amalfi rotasında Amalfi’ye döndük. Bir çok limon bahçesi ve köyün arasında güzel bir yürüyüş yaptık. Yolumuzun son yarım saati boyunca sadece merdivenlerden aşağı indik limon ağaçlarının eşliğinde. Çocukluğumdaki gibi koşarak indim onlarca basamaktan.

5. Amalfi

Amalfi’nin labirent sokaklarında kaybolmak, kilisenin merdivenlerinde dondurma yemek, sokağa masa atmış restoranlarda prosecoyla başlayıp limoncello ile biten hoş bir akşam yemeği yemek, tatlı sahipleri olan Silver Moon‘da Amalfi’nin denizinin tadını çıkarıp Silver Moon’un harika pizzalarından tatmak rahatlatıcı bir tatil için ilk aklıma gelenler. Umarım siz de en az benim kadar bu sahili beğenirsiniz.

Not: Amalfi’ye arabayla gidecekseniz otopark seçeneklerini araştırmakta fayda var. Yoksa günlüğü 20€’ya almadan önce en az 20 dakika bekleyeceğiniz zaman ve para kaybını göz önünde bulundurmalısınız. Bu arada Amalfi’den bir çok yere sıkça sefer yapan dolmuşlar kalkmakta.

2 Yorum

Gectigimiz mübarek X-mas tatilinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘ne gitmek istedim. Özellikle sular altında kalmadan Hasankeyf‘i görmek istiyordum. Yol üstünde Mardin, Şanlıurfa ve Gaziantep‘e ugradik. Enfes lezzetler ve Mezopotamya‘nın zengin tarihiyle gecen güzel bir tatil oldu.

İlk durak Hasankeyf

Gaziantep Havaalanı’ndan araba kiralayıp Hasankeyf’e doğru yola çıktık. Hasankeyf’e varmamız yaklasik 5 saat sürdü. Hasankeyf’te arabayi park ederken hemen gönüllü bir rehber bizi buldu. Ilk is, Yol Gecen Hani‘nin karsisinda çocukluğumda görmeye aliskin oldugum duvar halilari ile kapli dürümcüde bir seyler atistirdik. Tenekelerdeki közle isinmak da cok pratik fikirmis dogrusu. Sonra Hasankeyf’in tepelerinde yürüdük, binlerce yillik tarihi hissettik. Kaleye riskli olduğu icin cikamadik. Dicle Nehri‘nin kenarına indik, esas Yol Gecen Hanı’nı gördük. İpek Yolu‘nun tacirlerini hayal ettim bir an. Bu zenginligi, yasanmisligi sular altinda birakacak oldugumuza üzüldüm sonra. Biz sahip cıkmayız, baskasi sahiplenirse kizariz. Bildigim kadariyla bu miras, 2014’ün sonunda sular altinda kalacak. Görmek istiyorsanız tarihi cok da ötelemeyin. Gezimiz bitince hilve kahvesi ictik. Hilve kahvesinin sirri su yerine süt, seker yerine bal konması ve ceviz parcacıklarının ilave edilmesiymiş. Kahvemizi içtikten sonra rehberimizle vedalasip Mardin’e dogru yola ciktik.

Mardin

Mardin’e vardigimizda aksam yemegi vakti gelmisti. Otele gecmeden yöresel yemek yapan Ebrar‘da Mardin’in lezzetli yemeklerinden tattik.  Bir Mardin tabagi söyledik, iki kisilikti. Mardin tabaginda kaburga dolmasi, irok, sembusek, kibe ve mumbar vardi, yaninda ayran asi ve salata geldi. Mardin tabagini bitirdikten sonra en begendiklerimizden biraz daha söyledik. Ebrar temiz bir esnaf lokantasi ve fiyatlari uygundu. Yeni tatlar kesfetmis olmanin verdigi mutlulukla otelimize gectik.

Sabah Mardin Ovasi‘nin muhtesem manzarasina uyandik. Deniz seviyesinin altinda düz bir ülkede yasayan biri olarak daglari tepeleri ayri özledigimi farkediyorum. Sabah otelde kahvalti yaptik ve Mardin’i kesfe ciktik. Önce Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi‘ni ziyaret ettik. Mardin’in kozmopolit yapisina ve tas evleriyle mimarisine hayran oldum. Müzeyi gezerken biz din, dil, irk ayrimi yapmadan birbirimizle eskiden daha iyi mi geciniyorduk, yoksa bugün yasadigimiz sikintilar ve hosgörüsüzlük o zamanda mi vardi diye düsündüm.

Mardin sokaklari bir labirentte oldugumu animsatti. En son Amalfi sokaklarinda böyle hissetmistim. Bu labirentte dolanirken Hatuniye Medresesi, Sehidiye Medresesi, Zinciriye Medresesi, Kasim Tugmaner Camii cikti karsimiza. Kirklar Kilisesi‘ne ugradik ama kapaliydi. Tarihi Kayseriye Pasaji‘ndan gectik Ulu Camii’ye vardik. Ulu Camii’de cuma cikisina denk geldik.  Merdivenlerden biraz yukari cikip avluda cemaatin dagilmasini izlemek cok hosuma gitti.

Ögle yemegini Kebapçı Rıdo‘da yeme sansimiz oldu. Bir Vedat Milör olmasam da hayatimda yedigim en lezzetli kebaplardan birini burada yemis oldugumu söyleyebilirim. Musterilerle anlasacak kadar Türkce bilen Arap kökenli garsona derdimizi anlattik bir sekilde, bu lezzete biraz daha devam ettik.

Dönüş yolunda otelden arabamizi alıp orduevi civarına ciktik ve Mardin’e bir de karsıdan baktık doya doya. Kasımiye Medresesi‘nde gün batimini izledikten sonra Şanlıurfa’ya hareket ettik.

Devami Mübarek X-mas tatili (2. kısım)‘da olacak…

Yorum bırakın

Beş parasız derken cebimde 50TL ile kalakaldım Bangkok Suvarnabhumi Havaalanı’nda.

Is gezisi için Kuala Lumpur‘a giderken bir kaç gün erken yola çıkıp hafta sonunu Bangkok‘ta geçirmek istedim. Her zaman yurtdışına çıktığımda cüzdanımda bir miktar nakit taşırken bu sefer yanıma sadece 20 Amerikan Doları ve 5 Avro almıştım. Hollanda’da kullandığım nakit çekme kartımla havaalanındaki ATM’den nakit çekerim ne de olsa diye düşünmüştüm ve yanılmıştım. Bir kaç ATM ve Türkiye’de kullandığım banka kartımla çeşitli kombinasyonlar denesem de başarılı olamadım. Üstüne üstlük Türkiye’de kullandığım banka kartımı ATM’nin yutmasıyla kalakaldım. Bir umut çok acayip İngilizcesi olan ATM’nin ait olduğu bankanın müşteri hizmetlerini arasam da sonuç alamadım. Artık daha fazla oyalanmadan gerçeği kabul etmem gerekiyordu: bu gezimin başında parasız kalmıştım ve önümde keyifle geçmesini tercih ettiğim 4 günüm vardı. İlk yapmam gereken yanımdaki parayı Tayland Bahtı’na çevirmekti. Param karşılığı 800 baht yaklaşık 50 TL elime geçti ve macera başladı.

İlk hedeflerimden birisi bu ucuz ülkede toplu taşımanın dibine vurmaktı. Akıllı telefonumdan otelime toplu taşıma araçları ile nasıl gidilir baktım. Havaalanından metro ile otelime giden otobüslerin geçtiği en yakın noktaya ulaşmam gerekiyordu. Bir yandan da çok az limiti kalan kredi kartım ile otelin ücretini ödeyebilir miyim, ödeyemezsem bir Buda tapınağına gidip “Ben Tanrı misafiriyim!” diye sığınsam mi soruları ile meşguldü kafamın içi. 45 bahta metro biletimi aldım ve dönüş metrosunun parasını bir kenara ayırdım.

Havaalanını şehre bağlayan metro hattı çok moderndi. Fakat metrodan Bangkok sokaklarına indiğim ani hiç unutmayacağım sanırım. Çok nemli, kapalı ve pis kokan bir hava. Yerler çamurlu. Bangkok’a gitmeden önce izlediğim  Elysium (2013) filminde resmedildiği gibiydi şehir. Çok yüksekten gecen metro hattı, aşağıda kirli tozlu derme çatma bir şehir. Direkler arasından gecen kablo kalabalığı ile örülmüştü Bangkok sokakları. Hayatımda bu kadar kablo kalabalığı görmemiştim. Pratunam‘da otobüs durağı bulma cabam biraz gözlem yaptıktan sonra geçti. Türkiye’deki dolmuş düzensizliğine aşina bünye el etti otobüse. Otobüs durdu müsait bir yerde ve kadın muavin kocaman valizimi tek hamleyle otobüse aldı. 8 bahta bilet kesti. İlerleyen günlerde bindiğim bütün otobüslerdeki muavinlerin kadın ve bütün Budaların erkek olduğunu fark edecektim.

Metro hatti - Bangkok

Metro hattı- Bangkok

Silom bölgesindeki otelime varmam çok kolay oldu, Google Maps sağ olsun. Resepsiyonda giriş işlemimi yaparken yoldan geldiğim için ikram edilen serin içeceği reddettim basta, ya otelin ücretini ödeyemezsem kaygısıyla. Bu yüzden ödemeyi normalde çıkarken yapmak yerine en basta yapmayı istedim otel görevlisinden. Anlatması zor olsa da denedik ve nakit çekemediğim kartım otelin ücretini ödeyebildi. Ödemeyi yapabildiğim an nasıl rahatladığımı anlatamam. Buda tapınaklarında Tanrı misafiri olmama gerek kalmamıştı ve yanımda duran serin içeceği gönül rahatlığıyla içebilirdim. Artık başımı sokacak bir yerim vardı. Sırada yol yorgunluğumu atıp Bangkok sokaklarını keşfetmek vardı, zorunlu tasarruf modunda.

Bangkok yürümek için biraz büyük bir şehir. Çok korkunç trafik var ana caddelerde. Tuktuk denilen mobiletler çok yaygın, hızlı ve ucuz. Tek yapılması gereken tuktuk şoförüyle pazarlık yapıp anlaşmak. Normalde çok ucuzdu, ama o şartlarda benim için bir lükstü. Tuktuk gibi ucuz ulaşım aracını doya doya kullanamadım tabii. 8 bahta otobüs ile gitmek istediğim bölgelere ulaşıp yürüdüm ben de. Bir aksam feribotla Khao San Road bölgesinden 40 bahta (çok para (?)) otelime döndüm. Bu güzergâh aksam üstü Bangkok’u nehir yoluyla gezmek için yeteri kadar uzun ve güzeldi. Tapınakların nehre vuran yansımalarını hayal edebilirsiniz.

Kalacak yer ve ulaşımdan bahsetmişken yeme içme işini de otelin odama bıraktığı iki sise içme suyundan birini yanıma alarak ve gündüz ucuz vejetaryen sokak yemeklerini yiyerek hallettim. Aksam yemeklerini kredi kartı gecen restoranlarda bulaşık yıkamayayım diye önce ödeme, sonra yeme seklinde garsonları ikna ederek yedim.

Bangkok

Bangkok ziyaret ettiğim ilk Budist şehir olduğundan Buda tapınakları bana çok ilginç geldi. Tapınakların birçoğu ücretsiz, bazı özel tapınak girişlerinde 40 baht gibi ücret talep edildiği için giremedim. Kirli şehirle buda tapınaklarının temizliği arasındaki tezatlık dikkatimi çekti. Mis gibi kokan çiçekler, çeşit çeşit Budalar, temiz avlular, yalın ayak basılan rengârenk zeminler bir yana, ayağınıza sıçramasın diye dikkat ederek batiğiniz balçıklı yollar, mide bulandıracak kadar kötü kokan sokaklar, yol kenarlarındaki yüzlerce seyyar yemek arabalarından gelen mangal kokuları bir yana. Bu arada giriş ücreti 500 baht olan Grand Palace‘i sadece kapısından görebildim. Gitmek isterseniz kollarınızı ve bacaklarınızı kapatacak giysileri yanınızda götürmekte fayda var.

Buda tapinagindan yer kesiti - Bangkok

Buda tapinagindan yer kesiti – Bangkok

Gece güzel bir manzarada bir şeyler içmek ve Bangkok’un gece manzarasını seyretmek için The Hangover Part II (2011)‘in çekildiği Lebua Otel‘in terasına çıktım. Kendi otelime yürüme mesafesindeydi. Fotoğraf severlere not, koruma amaçlı konulan camlar yüzünden gece fotoğrafı çekimi için uygun bir yer değil.

Khao San Road bölgesi çok turistik ve kalabalıktı. Birçok hostel, cadde masajcıları, sokak yemekleri, seyyar satıcılar bu bölgede. Giysi satan bir tezgâhta kirazlı elbise görünce alamayacağımı bilsem de merak edip fiyatını sordum.  İndirim yapmasına rağmen elbiseyi satın almadığımı gören tezgâhtar pis pazarlık yaptım sandı, hâlbuki beş parasızdım.

Ayutthaya

Bir Game of Thrones hayranı olarak Tayland’ın eski başkenti Ayutthaya‘ya gitmeden dönmek olmazdı. Ağaçtaki budanın fotoğraflarını ilk gördüğümde Game of Thrones’daki Ormanın Eski Tanrıları’nı (Old gods of the forest) düşünmeden edemedim.

Ayutthaya - Thailand

Ayutthaya – Tayland

Ayutthaya’ya giden dolmuşlar Bangkok’un AŞTİ’sinden kalkıyormuş. Dil ve toplu ulaşım bilgilerine erişme zorlukları yüzünden otobüs terminalini biraz zor buldum. Yol sorduğum polis memuru elime o güzel desenli alfabeleri ile gitmem gereken yeri สถานีหมอชิต yazdı. Geç olsun güç olmasın, doğru gişeden Ayutthaya biletimi 60 bahta aldım ve bittabi dönüş saatlerini öğrendim. Dolmuş şoförü  beni Ayutthaya girişinde tuktukların yanında indirdi. GPS’imden gördüğüm kadarıyla 1-2 km daha mesafe vardı gitmek istediğim yere. Neyse derdimi anlatamadım ve bir bildiği vardır diyerek indim dolmuştan. İnince anladım ki dolmuşçunun beni o noktada indirmesi tamamen turist olduğum içinmiş. Tuktukçu amcalara verecek param olmadığından kalan mesafeyi o sıcakta yürümek zorunda kaldım.

Sonunda tapınakların olduğu bölgeye vardım. Tapınakların bir kısmı birbirine çok yakın, bir kısmı da adanın etrafına yayılmış halde. Aslında dolmuşların son durağında inebilseydim bisiklet kiralayarak çok rahat adayı gezebilirdim. Gerçi param yeter miydi bilmiyorum. Benim içimde kaldı, yolunuz Ayutthaya’ya düşerse mutlaka bisiklet kiralayın. Ada diyorum çünkü Ayutthaya etrafı akarsularla çevrili bir kara parçası. Ada tapınakları, ilginç buda heykelleri ve  yerleşim olmayan ören yerleri ile çok farklı bir atmosfere sahip, beni mitolojik bir zamana götürdü gezerken.

Ayutthaya - Tayland

Ayutthaya – Tayland

Parasız gezmek bir çeşit macera oldu bana. Havaalanına sorunsuz vardığımda rahatlamıştım ama Kuala Lumpur’da iş arkadaşlarımı gördüğüme bu kadar çok sevineceğim aklıma gelmemişti hiç.

(Vişne Kiraz, Eylül 2013)

Bu yazı 17 Temmuz 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.

18 Yorum

Hani birini ya da bir şeyi görürsünüz ve ona aşina olduğunuzu fark edersiniz, ama nereden geliyor bu tanışıklık çıkaramazsınız hemen. Kafanızın içinde bakmadık yer bırakmazsınız, tozlu raflara gidersiniz. Sonra bir yerden çıkaracak gibi olursunuz ama hatırladığınızla gerçeklik arasında bariz bir bağ yoktur. Bu bağı kurana kadar kafanız rahat etmez bir turlu. En son ne zaman ve nasıl bu duyguya kapıldınız? Ben geçenlerde  Her (2013) filmini izlerken kapıldım bu duyguya. Aşina gelen şey ise ilginçtir Shanghai idi.

The Bund - Shanghai

The Bund – Shanghai

Her (2013)

Film henüz uzaya rahat gidip gelmediğimiz bir gelecekte geçmekte. Bence yakın bir gelecekte kıyafetlere, mimariye ve teknolojiye bakıldığında. Akıllı telefonlar çok akıllılar, sahipleriyle sürekli muhabbet halindeler. Siri‘ye laf anlatamadığımız sinir bozucu halden çıkmışlar çoktan. Sonra bir şirket yapay zekâ ile kendini geliştirebilen, sahibiyle etkileşim kurabilen bir işletim sistemi piyasaya sürer. Boşanma surecindeki esas oğlan Theodore aşkı, dünyayı keşfetmek için heyecanla yanıp tutuşan satın aldığı bu çok akıllı işletim sistemi Samantha‘da bulur ve olaylar gelişir. Spike Jonze‘un akıllı telefon bağımlılığına sahip günümüz insanini ask içinde konumlandırması, biten giden ilişkiler, yalnızlık üzerine çok güzel film Her. Spike Jonze’un anlatımına ve çekimlerine hayran kaldığım bu filmde Amerikan olmayan ve tanıdık bir şeyler vardı.

Film açık bir şekilde hangi şehirde geçtiğini söylemese de oyuncuların Amerikalı olması, Manhattan’ımsı gökdelenleri ve filmlerden tanıdığım Los Angeles kumsalları basta filmin tamamen Amerika’da çekildiği hissine kapılmama neden oldu. Kumsal Los Angeles olabilirdi ama gökdelenler Manhattan değildi.  Belki Chicago olabilirdi.  Kafam bununla meşgulken su sahneyi görünce filmin gökdelenli kısmının Shanghai’da çekilmiş olabileceği hissine kapıldım.

Her (2013) - Shanghai

Her (2013) – Shanghai

Fotoğraf: Her (2013)

Shanghai

Geçtiğimiz Eylül ayında is gezisi için Shanghai’ya gitmiştim ve şehre hayran olmuştum. Öncelikle on yargılıydım Çin’e karşı. Çin’in dış dünyaya kapalı olması ve bizim Cin’e Amerika gözüyle bakmamız etkendi bunda.  Bir konu hakkında başkalarından bir şeyler duysam da tercihim her zaman denileni kendimin de deneyimlemesi olduğundan Cin’e seyahat edeceğimizi duyduğumda çok sevinmiştim. “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” tartışmasında çok gezenin daha az ön yargılı olduğunu sonuna kadar savunabilirim. Shanghai altyapı olarak bugüne kadar gördüğüm en gelişmiş şehir oldu. İstanbul’un kaotikliği Shanghai’da yoktu.  Shanghai’da 1990’larda başlayan modernizm meyvelerini çok güzel vermişti. Yollar, metro sistemi, hızlı tren ve Shanghai Ticaret Merkezi bu meyvelerin gördüğüm en iyi örneklerindendi. Ama ben en çok yaya üst geçitlerinden etkilenmiştim.

Lu Jia Zui - Yaya üst gecidi / Shanghai

Lu Jia Zui – Yaya üst gecidi / Shanghai

Fotoğraf: harikrish.h

Bugüne kadar dört yol ağızlarında geçeceğim her yol için farklı bir üst geçit kullanmaya alışkındım. İlk kez çıktığım üst geçitten istediğim noktada inme imkânı inşa edilmişti ve bir kere üst geçitte bulunmak bunun için yeterliydi. Eski ev arkadaşımın deyimiyle “mühendis kafalı” olduğumdan bu tür fikirler çok hoşuma gider. Bu yüzden Shanghai’daki bu üst geçitleri unutmam imkânsızdı. Her filminde bahsettiğim kareyi gördüğümde oranın Shanghai olduğunu anlasam da filmde Cince bir tabela görememek tam olarak bu düşüncemden emin olmamama sebep oldu. Eve vardığımda ilk is IMDb’den filmin çekildiği yerleri kontrol ettim ve rahatladım. Evet, Shanghai’di orası. Gittiğim  bir yeri şehrin esas siluetine ait olmayan bir yeriyle tanımıştım. Shanghai’ya aşina olmuştum.

Bir şehre aşina olduğumu fark etmekten çok mutlu oldum. Dünyanın birçok noktasına aşina olmayı diliyorum!

(Vişne Kiraz, Eylül 2013)

2 Yorum
Barranco Duvarı'nı aştıktan sonra (4200 mt)

Barranco Duvarı’nı aştıktan sonra (4200 mt)

Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.

Yılmaz Erdoğan’ın Sevebilme İhtimali şiirinde gecen su dizelerin Kilimanjaro maceramı özetleyen en iyi ifade olduğunu düşündüm geçenlerde. Gerçekten de ömrümün en uzun, ömrümün en kısa yolunu yürüdüm. Durun anlatayım:

…Öncesi…

Tur ve rota seçimi:

Hayatımda küçükken piknik sonrası babamla yanı başımızda bulduğumuz tepeleri ve gecen sene Arjantin’de günübirlik çıktığımız Fitz Roy Dagi‘nı saymazsak ilk ciddi tırmanışım için Kilimanjaro’yu seçmiştik. Basta irtifanın önemini anlamadan internetten tırmanış için bir şirket bularak başladık her şeye. Is arkadaşımın ve paraşütten Nejat Abi’min önceden bu çıkışı yapmış olması deneyimlerinden aydınlanmamı sağladı. Öğrendiğim kadarıyla Kilimanjaro öyle elini kolunu sallayarak çıkılan bir dağ değil, mutlaka bir rehber ile çıkma zorunluluğu var. İlk ve ciddi irtifa deneyimi olması orta pahalılıkta bir şirket  ve orta zorlukta bir rotada karar kılmakta etkili oldu. İrtifaya alışmak için uzun ve dikliği yavaş yavaş artan Lemosho Rotasi‘ni kendimize uygun gördük. Bu rota 7 gün tırmanış 1 gün iniş olmak üzere 8 gün sürdü.

Malzemeler ve hazırlık:

Tarihleri seçip tur şirketine ödeme yaptıktan sonra şirketten malzemeler, egzersiz, dağ vb. hakkında detaylı broşürler aldık. Malzemelerden bir kısmına önceden sahiptim, bir kısmını iş arkadaşımdan ödünç aldım, bir kısmini da satınalmam gerekti. Bu tur doğa sporlarında malzemenin iyi olmasının aktiviteden alınacak zevki arttıracağını düşünürüm hep. Bu yüzden bütçemden biraz fazlasına iyi bir malzemeye sahip olmak bana hobime yatırım yapmak gibi gelir. Çünkü bu malzemeyi bir daha almanıza gerek kalmaz. İyi bir uyku tulumuna sahip değilseniz soğuktan uyuyamamanız bütün maceranızı mahveder ve keşke birazcık daha fazla para verip daha kaliteli bir uyku tulumu alsaydım pişmanlığıyla kalırsınız. Malzeme listesinden pek şaşmamak tırmanışa hazırlıkta önemli adımlardan biriydi.

Diğer hazırlıklardan biri de irtifa deneyimi ve uzun yürüyüşlerdi. Su seviyesinin altında bir ülkede yasarken irtifa egzersizi yapamadım. Onun yerine tırmanış sırasındaki sırt çantamın demosuyla günlük 6-7 saat suren yürüyüşlere çıktım. Malzemelerden yürüyüş sopalarını kullanma fırsatı oluşturdum kendime.

Hazırlanma surecinin en önemli aşaması tırmanış fikrine alışmak, mental olarak bu maceraya hazır olmak. Ben bunu zor bir dersin sınavına çalışmaya benzettim. Sınav öncesi elinden geleni yaparsan sınav günü heyecanlanmak faydadan öte zarar getirir. O yüzden berrak bir zihin gerek tırmanış öncesinde: Ben bunu yapabilirim! Eğer bir rahatsızlığınız yoksa irtifa ilacı vb. konusunda da kafanızı bulandırmayın. Ya almaya karar verin ya da almamaya. Bu tırmanıştaki her hangi bir şeyle ilgili olabilir. Kafanız ne kadar net olursa tırmanış günü kendinize güveniniz o kadar kuvvetli olur.

…Tırmanış…

Tırmanış öncesi Arusha şehrine vardık. Kilimanjaro Havaalanı, tırmanışa başlama noktasına en yakın uluslararası havalananlarından biri. Havaalanında tur şirketimizin rehberleri tarafından karşılandık. Hedefim Kilimanjaro Dağı selam çaktı iner inmez. Ertesi gün eteklerinde dolanmaya başlayacaktık. Otele giderken yol boyunca Jacaranda ağaçlarının kahverengi yeryüzüne renk katan eflatun ışıltısı eşlik etti. Otele vardık. Aksam ustu lobide rehberimiz Raymond, turun operasyon müdürü ve bizim gruptaki diğer arkadaş Daniel ile bir araya geldik. Raymond ertesi gün yapacaklarımızla ile ilgili bizi bilgilendirdi ve  malzemelerde eksiklerimiz var mi diye kontrol etti. Sabah saat 8.30’de maceranın esaslı kısmı bizi bekliyordu.

Bir kaç beyaz adam:

Sabah uyandığımda kendimi “beyaz adam” olarak hissedeceğimi bilmiyordum. Ekiple birlikte kayıt olacağımız ve kendimize “köleler” (porters – hamal) seçeceğimiz Londorossi Kapısı’na (2360 mt) gittik. Raymond kaydımızı yaptırdı ve milli park ücretlerimizi ödedi. Sonra bizim için 13 tane hamal seçti. Eğer rehberimizi, yardımcı rehberi (Dustin) ve aşçıyı (Simon) da sayarsak biz 3 kişi için 16 kişi dağda 8 gün geçirdi. İlk şaşırdığım anlardan birisi biz beyaz insanlara ayrılan yerde kurulan masada öğle yemeği yemekti. Masa örtüsü, sandalyeler ve bize hizmet eden bir garson Philbert! Bu ritüel bütün tırmanış boyunca devam etti. Bize ayrılan çadırda yemeklerimiz servis edildi, öğlen doğanın ortasında masalar kuruldu, portatif tuvaletimiz ve içme sularımız taşındı. Dedim ya her ne kadar esmer olsam da beyaz adamdım resmen!

Rota:

Eşyalarımız Londorossi Kapısı’ndan yukarı taşınmaya başlarken biz araçla Lemosho Sırtı‘na (2250 mt) gelip tırmanmaya buradan başladık. Sırasıyla Big Tree Camp (2895 mt), Shira Camp 1 (3505 mt), Moir Hut (4200 mt), Lava Tower (4600 mt), Barranco Camp (3976 mt), Karanga Camp (3995 mt), Barafu Camp (4600 mt), Stella Point (5739 mt), Uhuru Peak (5895 mt), Mweka Camp (3068 mt) ve Mweka Gate (1640 mt) noktalarından geçerek rotayı tamamladık. Yürüyüş değişen doğayı izlerken çok eğlenceliydi. Yavaş yavaş yağmur ormanından çıkmak, yeşilliğin yerini bozkıra sonra da Mars yüzeyi gibi kayalık ve tozlu topraklara bıraktığını görmek ve sonrasında bulutlardan da daha yukarıda olmak tarifi zor  bir güzellikti. Rotada ortalama 5-6 saat suren yürüyüşlerimiz oldu zirve gecesi hariç (Zirve gecesi bence bu rotanın en zor kısmıydı, onu birazdan anlatacağım.). İrtifaya alışmak için rehberlerimiz Swahili dilinde yavaş yavaş anlamına gelen “pole”  temposunda yürüttü bizi.  İrtifanın basıncını ilk hissettiğim yer Moir Hut’di. Biri kafanıza eliyle bastırır ya da uykunuz olmadığı halde göz kapaklarınız ağırlaşır. Öyle bir histi ilk basıncı hissettiğim an. Bünyemiz irtifaya iyice alışsın diye noktalar arasında daha yüksek yerlerden geçip daha alçak yerlerde uyuduk. Vücudun basıncı dengeleyebilmesi için oluşan su kaybına karşı yol boyunca bol bol su içtim. Su içmeyi ihmal etmemek ve bir şeyler yemek de hedefe olan inanç kadar önemliydi bu macerada. Tırmanış zorluk olarak Barranco Duvarı ve zirve gecesi dışında gayet kolaydı. Barranco Duvarı basit bir kaya tırmanışı tarzında ileri gitmeden yukarı 300 metre çıkılan bir duvar. Genel mottomuz “pole pole”ye uyunca çok da zor olmadı bu duvarı aşmak.

Zirve gecesi:

Tozlu, rüzgârlı yollardan pole pole geçerek ana kampa (base camp) Barafu Kampı’na vardık. Plan aksam yemeği yedikten sonra uyuyup 3-4 saat sonra uyanmak, cay eşliğinde bisküvi atıştırıp gece 12’de zirveye koyulmaktı. Sanırım hazırlanıp çadırdan çıktığım masalsı ani hiç unutmayacağım. Açık bir gökyüzünde seçilen yıldızlar, dağın eteğindeki şehirlerin ışıkları, lacivert gökyüzüne karşı duran içeride yanan mumun aydınlattığı sari yemek çadırı ve dolunay. Soğuk ve karanlıkta koyulduk yola. Tek görünen koca bir güruhun başlarında yanan lambaların oluşturduğu zirveye giden ince bir çizgi. Hatta o kadar tuhaftı ki zirve nerede diye bakmaya çalıştığımda görünen son noktanın yıldız mi yoksa birinin kafa lambası mi ayırt edilmiyordu. Yol sanki gökyüzüne çıkıyordu, gökyüzüne çıkıyorduk pole pole. Zaman değişik bir kavramdı, öyle geçmiyordu hızlı ve zirve bir turlu çıkmıyordu karşıma.

Zirve gecesi

Uyarılara rağmen, soğuğu küçümsediğimden (kalın mataradaki su donar mi hiç?) mataramı çorabın içine koyup çantamın içine atmadığımdan ilerleyen dakikalarda içme suyum dondu ve susuz kaldım. Arkadaşım sağ olsun bütün su molalarımda sabırla suyunu benimle paylaştı. Su isini hallettik de sonra benim başım dönmeye başladı karanlıkta sadece Raymond’ın ayaklarına bakarak yürümekten. Meğer bu irtifanın tansiyona yaptığı bir etkiymiş. Çok ufak bir kusma ihtiyacındaymış vücudum. Gün doğarken Stella Noktası’ndan hemen önce bu ufak mübadeleyi atlatınca rahatladım ve tavşan gibi zirveye rahatça vardım. Stella Noktasından sonra Uhuru Zirvesi biraz anlamsız olsa da o kadar gelmişken en yüksek noktaya insan gitmek istiyor. Stella ile Uhuru arası yarım saat suren düze çok yakın bir yol. Şuurunu kaybeden ya da çok rahatsız olan tırmanışçılar için Stella Noktası’nda da tebrik tabelaları mevcut.

Zorlu bir yolculuktan sonra zirveye vardığımda çok duygusaldım. Zoru başarmak, hayal ettiğimi elde etmek çok mutlu etti beni, mutluluktan gözlerim doldu. Sanırım hayatımda yaptığım zihinsel ve bedensel olarak en zor şeydi Uhuru Zirvesi’ne varmak.

İniş:

Zirvede kutlama fotoğrafları çekildikten sonra inişe geçtik. İniş güneşin altında tozluydu, uzundu anlamsızdı. Çadıra vardığımda Philbert bana Fanta ikram etti, bugüne kadar içtiğim en değen Fanta o olabilir. Çadırıma geçtim, uzandım ve düşündüm. Sanki bütün yaşadıklarım, zirve, her şey bir rüyaydı. Böyle bakınca bütün tırmanış serüveni ne kadar uzun sürse de başardıktan sonra her şey çok kısa gelmişti. O yüzden dedim ya ömrümün en uzun, ömrümün en kısa yolunu yürümüştüm.

Lemosho Rotasi

Lemosho Rotasi

(Vişne Kiraz, Ekim 2013)

Bu yazı 15 Temmuz 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.

15 Yorum

I have never been in a city which I could not follow my route on the map. After arriving to Monaco-Monte Carlo station via train from Nice, I dropped by tourist information inside the station. The lady there just gave me the map and recommended me to visit only Monaco – Old Town and the Casino area. I got the map and went out the station. I knew where I wanted to go but I could not find out which way to follow. I was on the bridge and was looking at the roads. One moment, I felt as if I had been in one of Escher‘s works called Relativity while I was going down and up by using public lifts and stairs.

Escher - RelativityView from Monte Carlo Train Station

Anyway… After I got lost for a while and met with people who got lost too (which is natural), I decided to follow the road that cars used. I arrived to the port where there were many expensive yachts. I decided to go to Old Town first. I shopped from the fruit market which was at the beginning of the road to the Old Town. I bought delicious cherries. Each cherries were bigger than the height of 1 euro.

Monaco-Ville (the Old Town) is located on the top of a hill. The Palais Princier, Saint Nicholas CathedralOceanographic Museum and old town are located here. There is a panoramic view of the port from the top. The view of the city is very strange, there are many many houses on the narrow and steep piedmont of Mont Agel. It looks like to Istanbul in this sense, there are a lot of ups and downs. The only and most important difference between these cities is the level of income for sure. While I was walking through the hills, I thought if a person can drive in Monaco, he/she can drive car any where in the world.

The city/country makes you feel that they loved Grace Kelly so much. In almost every corner, there are signs  which show the memory of Princess Kelly in that particular place. I like the Grace Kelly portrait at the port the most.

After the nice tour around the old city, I wanted to cool myself because of the noon time and very hot nice summer weather. I went down from the Old City to the port side. When I turned right (not to the port side), I saw diving platforms since there are not many shores formed along the coast in Monaco. I walked for a while I  found a nice small beach with very tiny stones. There were a couple and a family with a Golden Retriever dog. It was really a good timing for swimming. I put my things away and jumped into the cool sea. I guess it is one of the best seasides I have ever had a chance to swim (the other is Praia Preta – Black Beach in Ilha Grande/ Brazil). I could see many fish very close to coast during my swim with my goggles. The nice thing was that there is also a shower in this small cute beach.

It was very funny that I watched Madagascar characters were swimming in Monaco shores (since Monaco is their first place where they arrive in Europe in the animation) shortly after my vacation. There are very nice Monaco scenes from Casino to steep streets and hilly view behind the city in Madagascar 3. I did not know this before I watched it. This was a nice surprise for a Monaco and Madagascar lover!

Madagascar 3

The next step was to see the famous Casino and Cafe de Paris. I took the photos of a wedding again after Ljubljana on my way. I like the architecture of the Casino very much. Cafe de Paris is a great place with its menu and atmosphere. I guess you should drink something at least when you are in Monaco. I chilled out for a while in Cafe de Paris and took a bus to the station. I wanted to take photos of the Monaco – Monte Carlo station with its fascinating lighting. As always, I lay down on the ground to take the photo (number 5 in the photoset). Four old nice British guys wondered what I was trying to do. After they saw the results, they were amazed with the photo I had just taken. I joined them on the train to Nice. The train was very crowded on the way back. I thought we would have been packed in sardines but the journey was easy with chatting with old funny British guys. I mentioned about the quiz shows (Pointless and Eggheads) that I like to watch on BBC (because I did not get Turkish cables and I only have Dutch channels and BBC on my TV). They were also watching the Eggheads. We even talked about the contestants in the show.

With a great pleasure of my visit to Monaco, I turned back to the hotel and left it for a nice evening in Nice :)

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing and swimming in Monaco.
  • Transportation: I arrived to Monaco from Nice Train Station. It takes 15 minutes by train. The return ticket is around 12€. If you are based in Nice, it is very close and cheap to go to Monaco and Cannes from Nice. (The return plane ticket costed 100€ from Amsterdam to Nice. The airport bus is 5€ to Nice center. You can use that ticket for whole day transportation with buses and trams in Nice.)
  • Accommodation: I stayed at Ibis Hotel in Nice next to the station. The location is very convenient if you would like to visit places around Nice. This hotel is good for last minute bookings because it offers fixed prices. Moreover, if you book it for 3 nights, it gives you 30% discount which is very good. I shared the hotel with my friend and we stayed cheaper than staying in a hostel. Three nights’ fee from Friday to Monday was 100€ per person. Nice is very expensive in high season.
  • Eat & Drink: Just chill out in Old Town and Cafe de Paris.

(Visne Kiraz June 2012)

3 Yorum

After unusual cold weather during April in Amsterdam, I decided to go to somewhere warm at least. I always wanted to see Canary Islands. Its name was always interesting to me. Following choosing my destination, I found a good deal from Ryanair and arranged a very budget friendly apartment hotel. This time, I was a solo traveler as in most of my trips.

When I was a child, I thought the name of the island was derived from the bird ‘canary’. However, the name is derived from Latin name ‘Insula Canaria’ because there were many dogs in the islands according to one opinion.  The common point of the opinions is the name is somehow related to dog, not the canary bird. You can check more about the etymology on Wikipedia.

Coat of Canary Islands

The weather was around 30ºC during my stay. The best part is that the shades and inside of the buildings  were very cool. I had to use blankets while I was sleeping and I saw many people wearing thin jumpers during evening. I did not feel a sweltering weather.

There are many beaches on the islands. You can enjoy to explore each of them. I guess my favourites are Amadores which has a white-sand-beach and Maspalomas which has sandy dunes like deserts. Since the Canary Islands have volcanic origin, they are very rocky and have very steep cliffs. You may think that the bus will fly over the sea on the road in these steep cliffs. (I guess they ask bus driver candidates whether they can drive over the cliffs without flying  during their recruitment processes.) Therefore, it is not possible to have much sand on the beaches. As I heard from my friend, the sands were imported from Morocco. Whatever the origin of these dunes, they are very original and I enjoyed to take photographs on the dunes.

I spent one day in Las Palmas which is the capital of the islands and it was very important for colonizers in the history. I visited the Casa Colón Museum (free to visit) where Christopher Columbus stayed before discovering the America.

When I was in Las Palmas, I wanted to eat something very special. I opened my foursquare application from my iPhone. I was very close to Guirlache Heladeria Pasteleria at Triana 68. When I checked the tips left by foursquare users, the mostly checked tip was to eat La Tarta de Trufa. I just did what most of the people did and ordered this. It was very delicious. It must be eaten in 30 minutes, otherwise the cake goes off and becomes plain.

La Tarta de Trufa

Besides beaches, there are many alternatives to do in Canary Islands such as golf, paragliding, trekking, and day trips to other islands. When I booked my ticket, I wanted to take my glider with me but I did not find courage to do it alone. May be next time.

Tips:

  • Duration: I stayed 6 days. It depends on your plans. If you want to go to many different places in one week would be relaxing and enough. I guess the minimum duration of stay should be 4 days.
  • Transportation: I arrived to Gran Canaria Las Palmas airport via Ryanair. The public transportation is very well developed in Gran Canaria. You can travel within the islands with Global buses.
  • Accomodation: I stayed in Playa Del Sol. It was very central in Playa del Inglés. The bus stops are in front of the hotel and there are many supermarkets around it. You can also cook your own food since the hotel arranged kitchen equipment and they are cleaned by the staff almost everyday. The hotel has also swimming pool which you can enjoy.
  • Eat: Tapas, La Tarta de Trufa
  • Drink:  Sangria

(Visne Kiraz May 2012)

3 Yorum

What a nice name to be given to a city!

As one of the source says:

“The name probably derives from the Slavic word ‘ljubit’, which means ‘to love’ but, ‘ljubljana’ means The Beloved.”

After Zagreb, we took one and half hour car drive to arrive in Ljubljana. Ljubljana is a city from a fairy tale with its castle at the top, the houses and narrow streets from middle ages. It is very quiet and peaceful.  The castle is at the top of the island  which is  in the middle of Ljubljanica River. The bridges are the beautiful ornaments of the city. There are several bridges over Ljubljanica River. The most important ones are: Triple Bridge, Shoemaker’s/Cobbler’s Bridge and Dragon Bridge.

Ljubljana in the 18th century

The dragon has long been a symbol of Ljubljana. The origin of this city’s symbol can be traced to the myth of Jason and the Argonauts, who supposedly encountered the Ljubljana dragon on their way to the Adriatic Sea by way of the Danube and Ljubljanica Rivers. Ljubljana Dragon, who benevolently protects the city of Ljubljana and is pictured in the city’s coat of arms.

Coat of Arms - Ljubljana

Coat of Arms – Ljubljana

While I was waiting for my friends, I witnessed a wedding in front of the Town Hall. The guests were waiting for the bride and the groom. One of the guests gave me one palm of rice to throw over the couple to bless their marriage with happiness and richness in love, children, money etc.

wedding in front of the Town Hall

I met with my friends on the Triple Bridge. We climbed up to the castle together. It was an easy walk and you see the panoramic view of the city as you rise. The castle is open until 9 p.m. There are many restaurants inside the castle garden. We visited the clock tower and the church of the castle. We took the lift while leaving the castle.

You should chill out along Ljubljanica River and drink something before you leave the city. The next morning we were on the way back to home via Trieste.

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing in Ljubljana.
  • Transportation: I arrived to Ljubljana from Zagerb via rental car. It takes 1 and half hour by car. Do not forget to buy Vignette since you will use Slovenia’a highway.
  • Accomodation: I stayed in Vila Veselova. It is one of the nicest hostels I have ever stayed, clean and cosy. It takes 5 mins to main square on foot. You can walk to everywhere in Ljubljana.
  • Eat: Walnut potica
  • Drink:  Laško
  • Watch: The panoramic view of Ljubljana from the castle

(Visne Kiraz April 2012)

Yorum bırakın

Before I went to Brazil, we had already bought plane tickets to Venice Treviso for visiting Zagreb and Ljubljana. It is 245 km from Treviso Airport to Ljubljana, and 140 km from Ljubljana to Zagreb. After we arrived to the airport via Transavia, we took a rental car and our road trip had started. My friend from Greece was in a project in Belgrade and he took a five-hour-bus journey to come to Zagreb and his trip started this way.

I always like Italy’s landscape. I remember it as soon as we landed on Treviso. While we were on the road to Zagreb, Slovenia’s landscape was amazing. Since we were coming from the west, the sunshine was on the small houses with a dark blue mountains and light green trees in the background.

Please do not forget to buy Vignette which is toll sticker for passing through highways in Slovenia.  If you do not buy it, you may have to pay 300€ for fine in random checks.

We arrived to Zagreb around 8 p.m. I stayed in Hobo Bear Hostel  which is very close to street Ilica. When you follow the Ilica Street you will arrive to main square of Zagreb called Trg Bana Josipa Jelačića. After I settled down in my room, I went out to eat some pizza. Italian food in Zagreb is very delicious. You can find many restaurants around the main square. The nights are very live In Zagreb. There are many people on the streets towards midnight. Croatians like going out at nights. The bars have seats in the streets. If the weather is good, you can chill out in also outside of the bar. I went to Alcatraz Cafe Bar  with my Turkish and Greek friends.  I liked the Croatian pop-rock music. The only thing that I did not enjoy was that smoking was allowed inside the closed places.

The new town of Zagreb was planned by a Croatian engineer Milan Lenuci in horseshoe shape in late 19th century. It is called Lenucijeva Potkova. Lunic Horseshoe If you follow the horseshoe shape route, you can discover new part of Zagreb very easily in 2 hours. However, you can stay longer if you want to enjoy parks, squares, and big avenues. When we were there, it was tulip time and we took many tulip photos. You should enter to Botanic Garden while travelling through the horse shoe. It has a lovely atmosphere.

Towards the noon, we met with our friend from Croatia. I informed him about our visit. Me, my Greek friend and he attended a training in Athens in fall 2009. This was a kind of reunion. We met with his fiancée too. They have a  wedding this August. I hope I have a chance to go and take their photos. They took us and told many things about Old Town (Upper town or Gornji Gradic) in Zagreb. We watched a soldier duty change ceremony. I felt like I was in old times. Two of the soldiers were riding horses. After praying in front of Holy Mother under Blood Bridge , they walked to the Parliament building and ceremony continued there. I saw the Museum of Broken Relationships  but I did not have a time to see it. It seemed very interesting. As my friend said there  are objects which  represent all the stages of a breakup. I hope I visit it one day. We drank something in upper town. The place reminded me Notting Hill in London. There were many colourful old houses and cafes in front of them.

When we were in Zagreb, there was a market in the main square where villagers bring their own products and sell them. I saw many Turkish words like borek, tepsi that they are sign of Ottoman effect. Moreover, Turkish soap operas very popular in Croatia as well as In Greece or Syria. My friend’s fiancé asked some Turkish traditions based on her impressions while watching them. When we talked about wedding, we realised how much customs look like each other. I grabbed a piece of borek with potatoes. Yorgo tried traditional soups and bought some goat cheese.

As soon as the rain clouds arrived to Zagreb from Ljubljana, we were leaving Zagreb for Ljubljana…

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing in Zagreb
  • Transportation: I arrived to Zagreb from Treviso Airport via rental car. It takes 4 hours by car. Do not forget to buy Vignette since you will use Slovenia’a highway.
  • Accomodation: I stayed in Hobo Bear Hostel which is very close to Ilca Street. It takes 5 mins to main square on foot. You can walk everywhere in Zagreb.
  • Eat: Pizza, borek
  • Drink: Karlovačko
  • Watch: Soldier change ceremony in front of the Parliament

(Visne Kiraz April 2012)

Yorum bırakın
%d blogcu bunu beğendi: