Vişne Kiraz

Düşlerimin peşi sıra kendimi yollara vurdum

Posts tagged ‘unesco’

Bir çizgi film, bir seyahat için ilham olur mu? Olur. Dreamworks yapımı Madagascar serisi bence Madagakaskar’ın gelmiş geçmiş belki de tek en iyi tanıtım aracı. Üniversite yıllarında izlemeye başladığım Madagascar animasyonlarını çok sevmiştim. Mizahı ve karakterleri bence efsane. Ayrıca Madagaskar ile ilgli o kadar güzel ve özel detaylar var ki Madagaskar gezimden döndükten sonra çizgi filmleri tekrar izledim ve seriyi daha çok sevdim. Mesela, King Julien belki de bir animasyonda yer alan tek lemur kral. Bu kadar etkilendiğim ve beğendiğim şeyler bende arzu uyandırıyor. New York’da Grand Central Terminal‘indeyken ya da Monako’da sahildeyken aklıma Madagascar çizgi filmi gelmişti. Hatta Monako yazımda da bahsetmiştim. Geçen mayıs ayında çok şükür adanın kendisine gitmek nasip oldu.

The Baobab Avenue

Hazırlık

Madagaskar çok büyük bir ada, dünyanın en büyük 4. adası, ve ulaşım zor. Kamboçya‘da tek başıma toplu taşıma araçları ile gezebilmişken Fransızca bilmiyorsan Madagaskar’da neredeyse imkansız. Fransızca bilsen bile zor. Türkiye’deki dolmuşlara benzeyen ama arkadan binilen ve orta kapıdan inilen taxi-be ile şehirler arası yolculuk yapmak mümkün. Muavin kapının arkasında ayakta ve aynen bizdeki gibi seyir halindeyken de kapı açılabiliyor. Yollar genelde iyi durumda ama tek bir tane yol var. 200km’yi sadece 4 saatte gidebildik, mora mora. Çünkü herkes yolun kenarında kâh yürüyor kâh at arabasının atsız halini çekiyor kâh bisiklet sürüyor. Köy merkezlerinden geçerken haliyle araç da yavaşlıyor.

Taxi-be

Toplu taşımadaki sıkıntıdan ötürü bir rehberle gezmek zorunda olduğum kanısına vardım. Rehber olmasa bile muhakkak özel bir 4×4 araca ve şoföre ihtiyaç var. Karşılaştığım çoğu turist de benim gibi 4×4 ile geziyordu Madagaskar’ı. Ben internetten bir kaç turdan kalacağım gün sayısına ve yapmak istediklerime göre fiyat aldım ve bir rehberle anlaştım. 17 günlük rotamı aşağıya harita şeklinde bırakıyorum. Yalnız çok aşırı iyi bir fiyata anlaşmışım, rehberim yolculuğumda baya pişman oldu ama yapacak bir şey yok. O yüzden pazarlık yapmalı muhakkak. Kalacağım duraklar, oteller, sabah kahvaltısı, benzin, şoför, milli park girişleri ve lokal rehberler ücrete dahildi. Ücretin yarısını Western Union ile gönderdim ve böylelikle ilk kez Western Union ile para göndermiş oldum. Kendimi para aklıyor gibi hissetmiş olabilirim biraz. Meğer Bangkok’daki sefaletimi (bkz. Bangkok’ta beş parasız) boşuna çekmişim, parasız kalınca Western Union Hızır gibi yetişebilirmiş.

Gitmeden eksik aşım var mı yok mu diye KLM Travel Clinic‘e uğradım. Ülkelere göre çok kapsamlı sayfaları var, en azından referans alınacak faydalı bir site. Madakgaskar için şuradan buyur Sevgili Okur. Hatta az önce T.C. Sağlık Bakanlığı’nın Seyahat Sağlığı sitesini buldum. Böyle bir sitemizin olması sevindirici, nedense beklemiyordum. Kilimanjaro’ya gitmeden yaptırdığım sarı humma aşım hâlâ geçerliydi. Hepatit A ve tetanoz aşılarımı seve seve oldum. Sıtma (malaria) için hap almadım. Kilimanjaro’da biraz kullanıp bırakmıştık. Bol bol sinek kovucu aldım yanıma. Bu sefer pis DEET maddesi yerine doğal olan CarePlus‘ın şu ürününü tercih ettim ve çok mutlu kaldım. DEET gibi dokunduğun şeyleri ve ojelerini mahvetmiyor, daha da önemlisi hem koruyor hem doğal. Madagaskar’da bulunduğum dönem kuru ve serin olduğundan sıtma riski azdı. Eğer yağışlı ve sıcak dönemde gideceksen sıtma hapı almakta fayda var.

Hastalıklardan uzak durmak için ayrıca gezim boyunca içme ve diş fırçalama suyuma dikkat ettim, çiğ sebze ve meyve yemedim. Bir de ne olur olmaz diye su arıtma aparatı aldım yine CarePlus‘tan (Note: Hey CarePlus, you can be my travel sponsor by the way! :)). Kullanmama gerek kalmadı çünkü kapalı şişede su satın almak mümkün.

Böyle kapsamlı hazırlık bilgi seansından sonra Madagaskar gezimin çarpıcı ayrıntılarına geçebilirim. Çok detay var o yüzden en etkilendiklerimi detaylandırdım. Eğer güzergâhtaki noktalarla ilgili sorun olursa bana aşağıda yorum kısmından yazabilirsin.

Çok özel! Lemurlar

Düşünsene Sevgili Okur, bir çok türü (endemik) sadece Madagaskar’da görebiliyorsun, dünyanın başka yerinde yok. Bunların en başında tabiiki lemurlar geliyor. Madagaskar’da maymun hiç yok. Lemurlar da başka yerde yok. Güzergâhımdaki ana lemur yaşama alanlarını aşağıdaki haritamda maymun ikonu ile işaretledim pek manidar oldu. Bu yerler: Ranomafana National Park, Anja Community Reserve, Isalo National Park, Zombitse-Vohibasia National Park, Andasibe-Mantadia National Park ve Vakona Reserve. Gece veya gündüz aktif bir çok farklı türde lemur var, her parkta neredeyse farklı cins lemurlarla karşılaştım. Andasibe’deki garip ve yüksek sesle bağıran sifakadan Anja’daki ring-tailed King Julien’e kadar gördüğüm bir çok lemur için referansım hep Madagascar animasyonu oldu. Zombitse’de gördüğüm normalde gece aktif olan aye-aye meğerse King Julien’in danışmanı Maurice imiş. Lemurlarla doğada yürürken kendi hallerinde karşılaşmak çok keyifli.

Vakona Reserve’de ise bir zamanlar doğadan alınıp evcilleştirilmeye çalışılmış sonra bu kurum  aracılığıyla doğaya geri döndürülmeye çalışılan lemurlar mevcut. Bazı iç güdülerini kaybeden bu lemurlar tamamen doğaya bırakılamıyor. Kedi gibi suyu sevmeyen lemurlar minik bir adada tutulmakta. İnsana maalesef alıştıkları için lemur adasındayken her turiste olduğu gibi benim de üzerime sıçradılar. Öyle şekerler ki mest oldum mest. Oradaki rehber muz verdiği içindi aslında bütün bu samimiyet. El gibi ayakları soğuktu. Tüyleri yumuşacık. Hele o bir sağa bir sola zıplaya zıplaya ilerlemeleri acayip neşeli. Lemurların kuyrukları sadece denge içinmiş, maymunların kuyrukları gibi  tutunmak için güçlü değiller.

Çok özel! The Baobab Avenue

The Baobab Avenue

Hayallerim gerçekleşti diye duygulandım ağladım The Baobab Avenue’ye vardığımda. Müthiş bir his. Baobab ağaçları heybetli ve büyüleyici. Kökleri 50-100 metre kadar öteye uzanabiliyormuş. Dişi ve erkek ağaçlar farklı. Gittiğim zamandaki dişi ağaçların yaprakları dalların üzerindeydi ama erkek olanlarınki dökülmüştü. Yolu doya doya yürüdüm. Sırf baobab ağaçları için bile gidilir Madagaskar’a. Baobab ağaçları devlet tarafından korunmakta ve gövdesi çok kullanışlı değil. Madagaskar’ın batı kıyılarında yaygın çünkü kuru orman habitatında yaşıyor. Madagascar çizgi filmlerinde baobab ağaçları atlanmamış.

Çok Özel! Tsingy de Bemaraha National Park

Ulaşımı en zor nokta burasıydı gezimde çünkü asfalt yol yok. 4×4 olmadan varmak imkansız. Taxi-be bile yok bu güzergâhta. 4×4 ile off-road deneyimim hiç olmamıştı. Değişik ve keyifli bir deneyim. Tabii yol olmayan yerde hiçbir şey yok. Madagaskar’ın gördüğüm en fakir bölgesi burası oldu. Çocuklar temiz içme suyu istiyor. Çok tuhaf bir his. Sadece elimdekini vermek ne kadar kalıcı olur ya da bir an temiz su içmek onların hayatını nasıl etkiler bilemedim. Aslında kısa vadeli çözüm yerine bir NGO’ya destek vermeyi düşünüyorum ciddi ciddi. İnanılmaz yüksek teknoloji (!) ürünü bir feribotla 2 nehir geçtik. Yol boyunca iki üç tane su içinden geçtiğimiz zorlu su birikintileri de oldu. Bunlardan birinde oralı insanlar suyun içine taş, tahta vs. kullanarak yardımcı oldu ama bahşiş de istediler. Onlar da böyle gelir kapısı açmışlar kendilerine.

Feribot

Tsingy de Bemaraha National Park‘ı kuvvetli yer altı sularının erezyonu sonucu oluşmuş çok sivri kayalıklarla kaplı. Yalın ayakla yürünmez anlamına gelen tsingy bu milli parkın adı ve UNESCO koruması altında. Park girişi için bilet ve zorunlu rehber Bemaraha’dan alınıyor. Akabinde önce nehir kıyısında bir ağacın kovuğundan oyulma sal ile nehir geziliyor, sonra Bemaraha’ya gelip 1 saat araba yolcuğundan sonra esas parka varılıyor. Bunca mesafeden sonra merak ettim kim bu doğa harikasını nasıl bulmuş. Çok izbe bir yer. Bu vesileyle hayatımda ilk kez primary forest içinde yürüyüş yapmış oldum. Kamboçya ya da Kosta Rika gibi egzotik yerlerde bile hep secondary forest görme fırsatım olmuştu. Hep merak etmiştim hiç primary forest görebilecek miyim diye. Onun için neredeyse 5 güne yaklaşan bir yolculuk (gidiş-dönüş) gerekliymiş. Harness (tırmanış kuşamı) ile tsingy gezisi başlıyor. Çok dik, dar ve sivri yerler var ve geçerken kendini halata bağlayıp ilerlemek gerekmekte. Keyifli bir parkur. Hem yükseldik hem alçaldık. Yeri geldi kayaların altından süründük yeri geldi ağaçta uyuyan lemurları izledik. Asma köprü ve panaroma noktasının manzarası muhteşemdi. Öğle yemeği için mola verdiğimizde orman faresi görmesem de olurdu.

Tsingy de Bemaraha National Park

Isalo National Park

Gördüğüm milli parklar içinde Tsingy’den sonra en etkilendiğim Isalo oldu. Gran Canyon ya da Monument Valley’i henüz görmesem de Isalo National Park vadisi biraz o manzarayı anımsattı. Kurak ve sessiz durmasına rağmen çok farklı türde bitki ve böcek gördüm. Elephant foot plant, Napoleon’s hat flower, rainbow milkweed locust, stick insect aklımda kalanlar. Stick insect’leri bulundukları bitkinin dalından ayırt etmek neredeyse imkansız. Ha bir de Kraliçe’nin düşmanlarını öldürmek için kullandığı zehirli bir ot vardı. En sevdiğim yerel rehber Nirina bu ottan bahsettikten sonra başkentteki Queen’s Palace’ı da muhakkak görmemi önerdi. Tsingy’de olduğu gibi eskiden yerel insanlar ölülerini tepedeki kayaların içine bırakırlamış. Yerel meyve rumları ile süren cenaze merasimleri ilginç hikayelerden. Kamp yerinden ilerleyince dere kıyısından minik şelaleye ulaştık. Dere kıyısı bir anda tropik bir ortam oluşturdu. Kumlu palmiyeli. Sandviçlerimizi burada yedik.  Bu parkta ring-tailed lemurların yanında 1 tanecik kalmış white-sifaka gördük. Rivayete göre bu parkta çıkan yangın bu lemurun ailesi ölmüş ve tek kalmış. Farklı lemur cinsleri birbirleri ile aile kurmadıklarından bu zavallı çok yalnızdı. Yüzünde öyle bir hüzün vardı şam şeytanı ring-tailed lemurların aksine. Bilmem belki hikayeden etkilendim.

Antananarivo

1000 tane köy demekmiş bu uzun isimli başkent. Ama kısaca Tana derler. Son günümde Tax ve Dadah kardeşler beni Queen’s Palace‘a götürüp kısa bir şehir turu attırdılar. Kırsalın aksine başkent Tana pek tekin değil. Tek başına gezmemek gerek. Polis bile Tax’e fotoğraf makinamı çantamın içine koyma konusunda uyardı. Başbakan karşıtı gösterilerin olduğu yerden geçerken biraz daha dikkat ettik. Eski başbakanı halk çok seviyormuş ve şimdiki başbakan Aralık 2018’deki seçimden önce sistemi değiştirmeye çalışıyormuş. Bir de yolsuzluğu açığa çıkaran belgeseller açığa çıkmış. Zombitse tarafına giderken geçtiğimiz İlakaka bölgesinde cevher arama lisansı hep büyük paralar karşılığı Hindistan, Pakistan gibi yabancı şirketlere veriliyormuş. Şimdi bu insanlar kendi ülkelerinin zenginliğinden faydalanamayıp bir de köle gibi yabancılar daha çok kazansın diye az maaşlara zorlu şartlarda çalışıyorlar. Tanzanya’da gözlemlediğim aynı köle mantığı burada da sürmekte maalesef. Ben bile kısa sürede düzgün gitmeyen şeylere kızmışken halkın isyan etmesi çok normal. En azından kendi zenginlikleri kendilerini kalkındırmalı. Queen’s Palace’ın hemen yanında Musée Andafivaratra da kısa bir Madagaskar tarihi için görmeye değer. Bu tepedeki manzara oldukça güzel. Biz buradan aşağı doğru yürüdük. Eski bir yerleşim yeri ve keyifli başkent insanları arasında yürümek. Biz varlıklı bir ailenin kilisedeki düğününe denk geldik mesela. Öğle yemeği için istasyonun yanındaki restoranı tercih ettik. Genelde turistler takılıyor, iç tasarımı ve menüsü güzel.

Bu arada Tax şoförümün Dadah’ın kardeşi. Benim kendi rehberimle gezimin son zamanına doğru çıkan sıkıntıdan ötürü hem beni korudular hem de bu başkentteki yürüyüşte benzin masrafı dışında bir şey talep etmediler. Tax gayet iyi İngilizce, Fransızca ve az biraz İtalyanca konuşuyor. Madagaskar rotaları konusunda da oldukça bilgili ve deneyimli. O yüzden Madagaskar’a giderseniz gönül rahatlığı ile Tax’i önerebilirim. Dadah keşke İngilizce bilse kesinlikle onu söylerdim (Tax, sorry but Dadah is still my number 1 ❤, ha ha!).

Panaroma – The Queen’s Palace

Rotam

Sonuç olarak

Madagaskar gezimde bir kez daha gördüm ki mutlu olmak için çok bir şeye ihtiyaç yok. Hem o kadar fakir hem o kadar mutlu başka bir millet görmedim. Dert olmayacak o kadar fazla şeyimiz var ki. Şükürsüzüz Sevgili Okur! Temiz içme suyu ve elektriğin olmaması bile Malagasy‘leri mutsuz edemiyor (Madagaskar halkına Malagasy denmekte. Ne kadar doğru bilmiyorum ama duyduğuma göre Almanlar kelimeyi yanlış telaffuz ettiği için böyle Madagaskar kökünden başka bir isim kullanılmakta). Öyle kahvehane köşelerinde aylak oturan Malagasy de yok. Herkes çoluk çocuk sabah gün doğumundan gün batımına kadar çalışıyor. Büyükşehir insanı spor salonlarında sixpack yapacağım diye kasarken Madagaskar sixpack’li insanlarla dolu. Fakir olmalarına rağmen açlık sınırı olmadığından ve çalıştıklarından güçlü bir vücuda sahip oluyorlar doğal yöntemlerle (çalışarak). Bir başka çıkarım ise oldukça sabırlı olmak. Yokluk içinde ellerinden geleni yaparak birbirine destek olan Malagasy’lerin aynı Tanzanyalılar’ın pole pole‘si gibi mora mora‘sı var. Yavaş yavaş ya da rahat ol demek. Şoförüm Dadah çok hatırlattı bana bunu. Yolda kaç kez tekerlek patladı, araba bozuldu, başka aksilikler oldu. Kızsan da kızmasan da sonuç değişmiyor. İnsanların çabası bir çok şeye olan tutumu değiştiriyor. Hayatın zorluklarına karşı mora mora bir yaşam şekli, Malagasy’ler birbirlerine karşı çok anlayışlı ve yardımsever. Yeşil ışık yanınca saniyelerle geciken araca korna çalmıyorlar mesela. Aklımda kendine özgü doğası, birbirinden şirin lemurları, baobab ağaçları, güzel insanları ile yer etti Madagaskar.

Bir sonraki hayalim Namibia! Yeni iş değiştirdiğim için izinlerimi yeni yöneticimle konuşmam gerek. Bana şans dileyin :)

Mora mora hayallerimize 🥂

Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinmadagascar etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Mayıs 2018
(Amsterdam, Haziran 2018)

Not: 17 gün gezince anlatacak ne çok şey birikmiş.

6 Yorum

Güneydoğu Asya seyahatimde en sevdiğim söz “Same same but different!” olmuştu. Aynı aynı ama farklı diye çevirsem de sahte ürünleri satarken kullanıyorlar. Mesela Rolex saat alacaksın “Bu orijinal mi?” diye sorunca “Same same but different!” cevabını alırsın Sevgili Okur (Bu arada urbandictionary’nin bilmeden benimle aynı örneği vermesine ne demeli? :) ). O gün bugündür ne zaman biraz bir benzerlik olsa eğlenerek bu tabiri kullanırım. Şimdi bu tabiri Fas ve Türkiye için SSBD kısaltmasıyla kullanıp sana Fas gezimden bahsedeceğim. Fas benim ilk kez gezdiğim Arap ülkesi olma ünvanına sahip.

Tannery, Fes

Fez

Bu geziye çok güzel ama bir o kadar da zor bir noktadan başladık: Fez! Gezimizin sonunda iyi ki Fez dışında başka yerlerde gezmişiz diye düşündüm. İlk zorluk araba kullanma deneyimi oldu. Havaalanından otele gelebilmek başlı başına bir maceraydı. Bir kere kavşak kavramı çok karışık. Kavşak büyüklüğü değişken ve GPS (maps.me) büyük de küçük de olsa her şeye kavşak diyor. Kavşaklara araçların girmesinde hiç kural yok. En içteki aracın aniden kavşaktan çıkması ya da beyaz uzun bir tırın sağa bakmadan kavşaktan geçmesi Fez civarı olağan. Bunları aşıp otele yaklaşınca bu sefer de park yeri sıkıntısı yaşadık. Medina (old town) kısmı araba trafiğine kapalı. O yüzden maps.me de görünen en yakın park yerine vardık. Park yeri derken pazar yerinde kalabalık ve kaotik bir alan. Boş yer de bulamayınca çareyi kalacağımız riad ‘ın görevlisinden yardım almada bulduk. (Fas’ta içinde havuzlu avlusu olan evlere riad denmekte. Bunların bir çoğu Fransızlar tarafından satın alınmış otel olarak işletilmekte.) Zeynep Kaptan park yerinde bulabildiğimiz bir yerde araçta kaldı ve ben ilk kez medina‘nın içine daldım. Medina yabancıların oldtown tabirine denk gelse de labirent olması yönüyle ayrılıyor. Medinanın içine ilk girip riada yürüdüğüm an film sahnesi gibiydi. Daracık bir yolda haritadan ve tabelalardan riadı ararken bir yandan da ilk kez gördüğüm kalabalık yaya ve hayvan trafiği inanılmazdı. Riadı bulup görevliyle medinadan çıkıp aracımızı sağ salim bırakabildik. Riada giderken gördüğüm ufak bir fırından sıcacık pide aldım. İlk kez harcama yapacağım için bozuğum yoktu ve o fakir fırındaki amca Türk olduğumu öğrenince ücretsiz verdi pideyi. Bu duyguyu o kadar unuttum ki bu kuzey Hollanda ülkesinde. O sıcak pide gibi içimden sıcak bir şeyler aktı. Hiçbir şeyi olmadan paylaşan hatır gönüllü insanlara karşı varlık içinde kuruşu kuruşuna hesap yapan soğuk izole insanlar.

İlk şekerli naneli sıcak çayımızı (şekersiz ve soğuk olması hatta buz bulmak imkansız) içip soluklandıktan sonra medinanın bir ucundan diğer ucuna yürüdük. Bu güzergah boyunca “Ben satıcı değilim, size yardım edeyim. Nerelisiniz?” sorularıyla muhattap olmadan yürüyemeyeceğimizi öğrendik. Diğer öğrendiğimiz şey de camiilere müslüman olmayanların giremeyeceği olması. Dünyanın en eski üniversitesi ve camii olan University of Al Quaraouiyine‘a girerken görevli “Durun, giremezsiniz!” dedi. Hayırdır deyince müslüman olmadığımız için olduğunu dile getirdi. Bugüne kadar hiçbir mabede o dinden olunmadığı için girilemeyeceğini ne duydum ne gördüm. Elbette o dinin gerekli değerlerine ve giyinme şekline saygı duyulması gerekmekte. Düşünsenize Sultan Ahmet Camii’ne onlarca turist girip çıkıyor, böyle bir soru sorulmaz bile. İşte ilk SSBD! Bizde kimsenin inancının dış görünüşüyle ilgili olmadığı (maalesef herkes uygulayamasa da) söylenir, hatta kimin cennete gideceğini Allah’tan başkasının bilemeyeceği anlatılır. O yüzden camiiye girmenin görmenin o kişiye ne hissettireceğinden alıkoymaz kimse.

Fes kapılar

Akşam yemeğini The Ruined Garden‘da yedik. Bahçesi ve yemekleri gayet güzeldi de akşam çok geç olmamasına rağmen riada korkarak döndük. Medinanın içinde hava kararmaya başladığı için bir yandan dükkanlar kapanmaya başlamış, bir yandan da GPS’e baktığım için turist olduğumuzu gören delikanlılar ya da başka niyetli erkekler biz sormadan bize yardım etmekte çok ısrar etti. O karanlık sokaklarda iki kadın birilerini takip etmek zorunda kaldık istemesek de. Belki de gerçekten iyi niyetlilerdi ama gün içinde o kadar çok satıcıdan ısrar gördükten sonra bir anda içimiz rahat etmedi bu durumdan. Hatta bir noktada yolun devamının kapalı olduğunu söyleyip etrafımızı çevirdiler. Korktum tek olmadığım halde. Arkadaşıma bas gaza kimseyi dinlemeden hızlıca bildiğimiz gibi yürüyelim dedim. Hakkaten de yol kapalı değildi. Böyle bir şey yaşacağımı bilsem restorandan yanımızda bize eşlik edecek birini isterdim. Daha sonra Amsterdam’da karşılaştığım Faslı taksici “Ben oralı olduğum halde Fez’den çekiniyorum.” deyince anladım yaşadığımızın çok normal olmadığını. Hatta Fez’den ayrıldıktan sonra Fez’de çok az Faslı kadın gördüğümüzü fark ettim. Belki de medinanın çoğunlukla turist ve satıcılarla dolu olmasındandır.

İlk günün kaosunu ertesi gün gün doğumunu izlemek için erken uyanıp hem serin hem sessiz sokaklarda gezerek engellemiş olduk. Bence en güzel Fez anları da bu sabahın erken saatlerinde yaşandı. Ezan sesinin eşlik ettiği toz pembe manzaralı Fez’i doya doya seyrettikten sonra boş Fez sokaklarına çıktık. Fotoğraf meraklısı olduğum için ilk soluğu Tannery denilen deri boyama yerinde aldım. Para kazanmanın zor olduğunu en iyi ifade eden yerlerden biri burası olmalı. O derileri renklendirmek için çıkan koku inanılmaz. Yazın ortasındaki halini düşünemiyorum bile. Bize taze nane koklattılar kusmayalım diye. İşe yarıyor. Ne kadar zorlu olsa da manzaralar da o kadar enfes. Bıraksalar bütün gün orada çalışanları izleyebilirdim. Bir sonraki durağı hiç düşünmemiştim. Labirentin içinde gezerken Zaouia Sidi Ahmed Tijani türbe va camiisinin girişinde bulduk kendimizi. Caminin imamı bizlere Faslılar’ın namaz kılarken giydikleri renkli cübbelerden verdi türbeyi gezerken giymemiz için. İmam çeşmenin önünde Zeynep ile benim fotoğrafımızı çekmeyi teklif etti ve çıkarken de içerideki yaşlı amcadan hayır dua almamız için rica etti. Güzel sabah gezintisinden sonra kahvaltımızı yapıp Volubilis’e doğru yola çıktık.

Volubilis, Moulay Idris ve Meknes

Fes ile Volubilis arasındaki yola sarı ve yeşilin tonları hakim. Zeytinlikler ve ufaklı tefekli göllerle dolu bir manzarada yolculuk yaptık. Volubilis, Roma döneminden kalma antik bir şehir. Öğlen çok sıcak olduğundan Volubilis’e yakın olmasına rağmen önce Meknes’teki otelimize gidip dinlenip Moulay İdris‘i ikindi vakti gezmeyi tercih ettik. Molulay İdris küçük ama çok şirin bir kasaba. Akşam güneşini beklerken meydandaki kafede bir şeyler içip gelen geçenleri izlemek çok keyifli. Meknes’e dönerken yine zeytinlikler bizi bizden aldı.

Moulay İdris’te gün batımı

Marakeş

Sabahları gün doğumunda kalktık bu gezi boyunca. Böylelikle hem öğle sıcağından hem de trafikten kaçtık. Hiç pişman değiliz :) Marakeş, Fes’e göre oldukça büyük ve gelişmiş bir şehir. Biz ilk öğleden sonramızı şehrin içinde geçirdik. Souq bizdeki Eminönü gibi bir yer. Bu yüzden beni Avrupalı turistler kadar etkilemedi. Bu da bir başka SSBD. Fas, Fransız sömürgesinde kaldığı için Franıszca yaygın olarak konuşulmakta. Bu nedenle Fransız turistler Türkiye’ye gelmek yerine Fas’a gitmeyi tercih ediyorlar. Bence Türkiye’deki kalite ve temizlik Fas’ta yok ama Türkiye’yi terchi etmiyorlar. SSBD yarışında ya Yunanistan’a ya da Fas’a kaybediyoruz. Marekeş’te Ben Youssef Madrasa‘si mozaikler açısından güzel olsa da Endülüs’teki kadar iyi korunmamışlar. Ayrıca şehrin merkezindeki Koutoubia Mosque‘nin kulesi Seville’de Giralda inşa edilmeden önce Marakeş’te inşa edilmiş. Aynı kuleyi ayrı iki ülkede hem camii hem de kilise kulesi olarak görmek ilginç oldu. Endülüs gezi notlarımı hatırlamak istersen böyle alayım seni. Marakeş manzarasının tadını çıkarmak için House of Photography‘nin üstündeki kafeyi tercih ettik.

Marakeş’teki ikinci günün sabahında High Atlas dağlarına doğru yol aldık. Aslında amacımız Game of Thrones’da Khaleesi’nin şehri Yunkai’yi görebilmek için Ouarzazate‘ye varmaktı. Ouarzazate bir çok filmde mekan olarak kullanılmış bir bedevi köyü, ayrıca Sahara’ya açılan kapı olarakta geçmekte. High Atlas dağlarına vardığımızda yer yüzüne hakim renkler kırmızı, yeşil ve gün doğumunun pembemsi maviliğiydi. Yollar dağ yolu ve virajlı olduğundan yolculuk hesapladığımızdan uzun süreceği için rotayı Ourika Vadisi‘ne çevirdik, güzel de oldu. Ouarzazate ve Sahara’yı başka bir Fas ziyaretine bıraktım. SSBD‘ların sonuncusu ise Türkiye’de iki kadın olarak arabayla doğuda böyle bir gezi yapamayacağımız oldu. Halbuki Türkiye coğrafyasının çeşitliliğinin tadını korkmadan çıkarabilmek isterdim.

Khaleesi Ouarzazate’de

Ourika Vadisi‘nde köylü çocukların yardımıyla bulduğumuz safran tarlasını ziyaret edip son zamanlarda meşhur olan argan yağının nasıl çıkarıldığını öğrendik. Arganın yetiştiği çalı çok dikenli olduğu için keçilere meyveyisini  yedirip dışkısından argan toplanıyormuş. Ourika Nehri’nin ileri kısımlarında bizim gibi su kenarında mangal yapılan yerde öğle yemeği molası verdik. Uzun zamandır nehir kenarında bir şeyler yememiştim.

Son gecemizi Agafay Çölü‘nde lüks çadılarda geçirdik. Agafay Çölü, Sahara’ya gidecek kadar vakti olmayanlar için ideal. (Biz Scarabeo Camp‘te kaldık ama yaşadığımız ufak tefek servis problemleri yüzünden tavsiye etmem.) Akşamki yemek çadırı, dekorlar, sabah gün doğumundan sonraki deve turu kendimi Lawrence of Arabia filminde hissettirdi.

Türkiye ile kıyaslayarak biraz iç geçirdiğim ama yine de renk cümbüşünden ve çeşitliliğinden etkilendiğim bir gezi oldu Fas. Daha görmek istediğim bir çok yer var Fas’ta. Bakalım bir sonraki gezim ne zaman olur bu renkli ülkeye.

Diğer fotoğraflar için instagram’dan #visneinmorocco etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Nisan 2017
(Amsterdam, Ocak 2018)

4 Yorum
%d blogcu bunu beğendi: