2014 yazını, geçirdiğim yamaç paraşütü kazası ve üstüne o zamanki erkek arkadaşımın çok ‘şerefli’ bir hareketiyle iyileşme sürecinde beni ‘evli olmadığımız için’ gurbette yapayalnız bırakması nedeniyle hayatımın en zor yazı diye biliyordum. Ta ki 2019 yazına kadar. 2019 yazı gönül yarası dışında beni epey zorladı. Neler mi oldu Sevgili Okur? Orta derecede kanser riskimin olduğunu öğrenmemden hemen sonra ofisin yarısıyla birlikte işten çıkarıldığımı öğrendim. Hani sağlık olsun denir ya bu sefer diyemedim.
Roys Peak, South Island
İlk önce haziranda İstanbul’a gidip küçük bir operasyon geçirdim ve dönüşünde hemen gerekli aşıları olmaya başladım. Sağlığımla ilgili gerekli tedbirleri aldığım için kasım ayındaki kontrole kadar yapacak çok bir şey kalmamıştı bu konuda. Hayatımda ilk kez tuttuğum canım avukatımla şirketle müzakerelere başladık. Yazın işe alımların yavaşlığı ve iş ilanlarının azlığı sebebiyle zorlu süreç de başlamış oldu. En zor yanı tabii ki belirsizlikti. Önceden planladığım hiçbir gezimi iptal etmedim. Puglia ve Rusya seyahatlerimi nefes alacak fırsatlar olarak gördüm, her ne kadar beynim belirsizlikle arka planda meşgul olsa da. Her sabah kalkıp gittiğim en sevdiğim kafe Scandinavian Embassy‘de hem oradaki çalışanlarla sosyalleştim hem de düzenli olarak iş başvuruları yaptım. Zorlu geçen 3-4 aylık süreçte kafedeki çalışan herkes artık hangi gün ne görüşmem var biliyordu. Bu rutin, enerji seviyemi yüksek tutmak da önemliydi. Çalışmadan belirsiz bir dönemi geçirmek ve aynı zamanda iş görüşmeleri için morali yüksek tutmak çok zorladı. Ne iş olur da meşgul olurum diye bir çok şey yaptım. Bunlardan en ilginci Albert Cuyp Markt‘da gözleme standında çalışmak oldu. Sağolsun Ali saat başı dolgun bir ücret ve bedava gözleme verdi. Maksat muhabbetti. Renkli kişiliğime ve enerjime rağmen umudum ağustos ayında en düşük seviyeye gelmişti ki bir iş teklifi aldım ve ekimde başlamamı istiyorlardı. Fesih sözleşmesine göre de işe gitmediğim halde kağıt üstünde ekime kadar çalışıyor görünüp maaşımı alıyordum. Uzun lafın kısası bir ay ücretli iznim ve sona ermiş bir belirsizlik vardı. Kötü dönemin ardından gelen bu fırsatı gidebileceğim en uzak noktadaki en merak ettiğim ülkelerden biri olan Yeni Zelanda’da kullanmaya karar verdim. Bir ay Avustralya için az Yeni Zelanda için yeterliydi. Bu arada Hollanda pasaportuna sahip olmak beni vize bürokrasisiyle uğraştırmadı ve bu hızlı kararda çok etkili oldu.
Hazırlık ve Rota
Plan yapacak uzun bir zaman yoktu bu sefer. Niyeyse Yeni Zelanda hep arabayla gezilirmiş gibi bir izlenimim vardı. Google’da “public transport in New Zealand” diye arama yaptım ve tam benlik bir gezi seçeneğiyle tanıştım. Bütün Yeni Zelanda’yı kapsayan rotası olan otobüs firmaları varmış. İndi-bindi (hop on – hop off) mantığıyla çalışıyorlar. Varılan noktadaki ilk gece bir gecelik kalacak yer garantisi, ücretli etkinliklerde indirimler ve lojistik kolaylığı sağlıyorlar. İlk karşıma çıkan firma Kiwi Experience oldu. (Yeni Zelanda’da tanıştığım kişilerden Strayfirmasının da olduğunu öğrendim. Stray biraz daha pahalı ve yaş grubu genelde daha yüksekmiş. Buna pek katılmıyorum, çünkü grupta olanlar rastgele insanlar ve her iki firmada da hoşlaş(may)acağınız kişiler olabilir. Bu tamamen şans meselesi! Sevgili Okur, gideceksen bu iki firma da aklında olsun diye ahanda yazdım.) Kiwi Experience’in rotalarını, fiyatını, ve haritalarını beğenmemle aramam son bulmuş oldu.
Kiwi Experience’den indirimde ve en kapsamlı rota olması nedeniyle The Whole Kit Caboodle pass’ini aldım. Sağdaki resimde görünen yerleri Milford Sound (hava mualefeti nedeniyle), Deep South (kalkış çizelgesi Queenstown’a varışla kesiştiğinden) ve Kaikoura dışında gezdim. Eylül ayı turizm açısından yoğun bir sezon olmadığından otobüslerde yarı yarıya bir doluluk vardı ve kalacak yer imkanı çoktu. O nedenle pass’ın esnekliğinden epeyce faydalandım.
Kiwi pass nasıl çalışıyor?
Pass’ı aldıktan sonra Kiwi Experience’in uygulamasını indirdim. Uygulama oldukça kullanışlı. Rotadaki her noktanın kalkış/varış detayları, ücretli ve ücretsiz etkinlik listesi, anlaşmalı kalınacak yerin ücreti ve detayları mevcut uygulamada. İnteraktif haritasından kendi programımı yaptım ve firmaya e-posta gönderdim. Onlarda benim için belirttiğim tarih ve yerlerde yerimi ayırdılar. Pass’a dahil olan sadece ulaşım. Her gün sürücü rehber o günün programından bahsedip kalacak yer ve ücretli etkinlikler için formları gezdiriyor. Böyle olması epey hoşuma gitti, çünkü o günkü enerjime göre etkinliklere katıldım ya da kalma opsiyonun beğenmediysem başka bir yer ayarladım.
Kiwi Experience App
Kuzey Ada
Haritadaki her yeri tek tek anlatmayacağım bu yazıda, sadece görülmesi gereken yerlerden bahsedeceğim. Kuzey Ada’yı büyük bir Hobbitland olarak hayal edebilirsin. Minik yeşil tepecikler ve üzerlerinde koyunların olduğu bir manzara hakim. En kuzeyde İngilizlerin Yeni Zelanda halkı Maoriler ile kandırmacalı bir anlaşma yaptığı Waitangi Treaty Grounds Yeni Zelanda’yı ve tarihini anlamak için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Bu müzede Maorilerin kauri ağacından yaptığı uzun savaş kayıklarından birine Lady Diana‘nın ilk kadın olarak bindiğini öğrendim. Maori halkına göre savaş erkek işiymiş. Yeni Zelanda’nın güzelliklerinden biri de Maori halkının inanışları ve efsaneleri ile bezeli olmasında. Adanın en kuzeyi olan Cape Reinga‘dan ölülerin ruhların ayrıldığına inanırlarmış. Yeni Zelanda’nın ünlü Hollandalı kaşifi Abel Tasman bu noktanın çok yakınındaki başka bir buruna eşinin adını vermiş: Cape Maria van Diemen. Düşünsene Sevgili Okur, adamın 1600’lerde adayı keşfetmesi kaç gün sürmüştür bir de eşinin adını verip Hollanda’ya gelip bu hediyeyi haber vermesi ne kadar uzun sürmüştür. Sabır bu olsa gerek.
Abel Tasman
Princess Diana
Kuzey Ada’nın bir başka merak ettiğim noktası Waitomo‘daki glowworm ile dolu olan mağaralardı. Yıldız gibi mağara tavanını kaplayan bu ateş böceği gibi yanan kurtçukları ilk kez gördüm ve çok etkilendim. Karanlık mağara tavanındaki bu kurtçuklar ve gece gördüğümüz yıldızların aynı etkiyi veriyor olması sanki izafiyet teorisinin başka bir örneğiymiş gibi geldi. Kuzey Ada’nın bonusu ise doğusundaki Hot Water Beach oldu. Akşam su çekildikten sonra kumsala gittik, oturacağımız bir şekilde minik bir havuz yapıp içinin yerden çıkan sıcak su ile dolmasını bekledik. O soğuk havada kumsalda sıcak suyun içinde mayolarımızla mehtabı izlemek rüya gibiydi.
Processed with VSCO with fp4 preset
Güney Ada
Ah Güney Ada ah! Kalbim sende hala… Sanki hayatımda ilk kez dağ görmüş gibi vuruldum güney adanın dağlarına. Dağlar ne çok yüksek ne çok alçak. Üzerlerinde yarıya kadar pudra şekeri serpilmiş gibi duran karlar. Güney Ada’yı anlatmaya kelimelerim yetmeyecek gibi. Queenstown‘da bol bol hiking yapmalı, Wanaka‘da Roys Peak‘e çıkıp dönüşünde göl kenarındaki meşhur ağaçla dans etmeli, Franz Josef‘te paraya kıyıp helikopterli buzul yuruyusune katilmali, batı sahilindeki yolun keyfini Big Little Lies’in acilis sarkisi Michael Kiwanuka – Cold Little Heart ile cikarmali ve Putai‘de pancake gibi ust uste istifli gibi duran kayalarin oradaki kafede mutlaka pancake yemeli, Lake Tekapo‘da Lord of The Rings manzaralasinda elf gibi hissederek yuruyup gece ciplak gozle samanyolunu izlemeli, kücük bir kasaba olan Glenorchy‘de Gandalf’in ruhuna bir fatihayi esirgememeli… Kisaca dunyadaki bu cennet kosesinin her yerini icine cekmeli… Yazimin girisine bir ironi yapayim da icimde kalmasin Sevgili Okur :) O beni kaza sonrasi birakan kisiyle Roys Peak tepesinde evlenmek gibi bir hayalim vardi. Herkesten cok uzak ve iki sevenin bir birine yetecegi genclik yanilsamalariyla boyle bir hayal kurmustum. Kim bilebilirdi Yeni Zelanda’ya baska bir yoldan varacagimi? Hayaller hayatlar…
Ben Lomond, Queenstown
Notlar:
Bütçe: Çok çok pahalı bir ülke. Ulaşım, kalacak yer, yemek, aktivite derken günde ortalama 100 Euro rahatlıkla harcanıyor. Ülkenin en önemli gelir kaynakları hayvancılık ve turizm. Uzakta olması da turistlere zaten bir kere geldik ne varsa görelim yapalım kafasıyla bu paraları rahatlıkla harcatmakta.
Süre: Ülkeyi boydan boya gezmek için en az 1 ay gerekli.
Konaklama: Genellikle YHAhostelinde kaldım. Hem temiz, hem mutfak düzeni çok iyi hem de tek yataklı odaları var. Yöre insanı ile tanışmak ve çamaşır molaları için de haftada bir Airbnb’de kalmak çok iyi geldi.
Yemek: Maalesef gastronomi yönünden çok çok zayıf. Büyük şehirler Auckland, Wellington ve Queenstown dışında yemek konusunda çok bir şey beklenmemeli. Kahve konusunda da tam bir hayal kırıklığı. Wanaka’da gozleme yapan Big Fig en begendigim mekandi. Cenk Sonmezsoy’un kitabina dunyanin bir ucunda rastladigima mutlu oldum.
Havaalanı: Avusturalya’ya gitmedim ama televizyonda Border Security diye bir program izlemiştim. Güvenlik çok sıkı aramalardan sonra ülkeye girişe izin veriyordu. Yeni Zelanda’ya girişimde buna benzer bir tecrübe yaşadım. Verilen giriş beyan formunda hiking botlarımdaki çamurdan abur cuburlarımın içeriğine kadar detayli sorular vardi.
COVID19 salgını nedeniyle eve kapandığımız şu günlerde iyi ki her fırsatta gezebilmiş olduğuma şükredip bir yandan da en yakın zamanda yeni maceralara yelken açabilmeyi ümit ediyorum.
Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinnewzealand etiketine bakabilirsin.
Vişne Kiraz
Eylül 2019
(Amsterdam, Ocak 2021)
Not: Sağlık durumum çok şükür iyi, kasımdaki kontrolüm temiz çıktı. Zorlu süreçte başta Seda olmak üzere bana destek olan herkese çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız ❤️
Bir çizgi film, bir seyahat için ilham olur mu? Olur. Dreamworks yapımı Madagascar serisi bence Madagakaskar’ın gelmiş geçmiş belki de tek en iyi tanıtım aracı. Üniversite yıllarında izlemeye başladığım Madagascar animasyonlarını çok sevmiştim. Mizahı ve karakterleri bence efsane. Ayrıca Madagaskar ile ilgli o kadar güzel ve özel detaylar var ki Madagaskar gezimden döndükten sonra çizgi filmleri tekrar izledim ve seriyi daha çok sevdim. Mesela, King Julien belki de bir animasyonda yer alan tek lemur kral. Bu kadar etkilendiğim ve beğendiğim şeyler bende arzu uyandırıyor. New York’da Grand Central Terminal‘indeyken ya da Monako’da sahildeyken aklıma Madagascar çizgi filmi gelmişti. Hatta Monako yazımda da bahsetmiştim. Geçen mayıs ayında çok şükür adanın kendisine gitmek nasip oldu.
The Baobab Avenue
Hazırlık
Madagaskar çok büyük bir ada, dünyanın en büyük 4. adası, ve ulaşım zor. Kamboçya‘da tek başıma toplu taşıma araçları ile gezebilmişken Fransızca bilmiyorsan Madagaskar’da neredeyse imkansız. Fransızca bilsen bile zor. Türkiye’deki dolmuşlara benzeyen ama arkadan binilen ve orta kapıdan inilen taxi-be ile şehirler arası yolculuk yapmak mümkün. Muavin kapının arkasında ayakta ve aynen bizdeki gibi seyir halindeyken de kapı açılabiliyor. Yollar genelde iyi durumda ama tek bir tane yol var. 200km’yi sadece 4 saatte gidebildik, mora mora. Çünkü herkes yolun kenarında kâh yürüyor kâh at arabasının atsız halini çekiyor kâh bisiklet sürüyor. Köy merkezlerinden geçerken haliyle araç da yavaşlıyor.
Taxi-be
Toplu taşımadaki sıkıntıdan ötürü bir rehberle gezmek zorunda olduğum kanısına vardım. Rehber olmasa bile muhakkak özel bir 4×4 araca ve şoföre ihtiyaç var. Karşılaştığım çoğu turist de benim gibi 4×4 ile geziyordu Madagaskar’ı. Ben internetten bir kaç turdan kalacağım gün sayısına ve yapmak istediklerime göre fiyat aldım ve bir rehberle anlaştım. 17 günlük rotamı aşağıya harita şeklinde bırakıyorum. Yalnız çok aşırı iyi bir fiyata anlaşmışım, rehberim yolculuğumda baya pişman oldu ama yapacak bir şey yok. O yüzden pazarlık yapmalı muhakkak. Kalacağım duraklar, oteller, sabah kahvaltısı, benzin, şoför, milli park girişleri ve lokal rehberler ücrete dahildi. Ücretin yarısını Western Union ile gönderdim ve böylelikle ilk kez Western Union ile para göndermiş oldum. Kendimi para aklıyor gibi hissetmiş olabilirim biraz. Meğer Bangkok’daki sefaletimi (bkz. Bangkok’ta beş parasız) boşuna çekmişim, parasız kalınca Western Union Hızır gibi yetişebilirmiş.
Gitmeden eksik aşım var mı yok mu diye KLM Travel Clinic‘e uğradım. Ülkelere göre çok kapsamlı sayfaları var, en azından referans alınacak faydalı bir site. Madakgaskar için şuradan buyur Sevgili Okur. Hatta az önce T.C. Sağlık Bakanlığı’nın Seyahat Sağlığı sitesini buldum. Böyle bir sitemizin olması sevindirici, nedense beklemiyordum. Kilimanjaro’ya gitmeden yaptırdığım sarı humma aşım hâlâ geçerliydi. Hepatit A ve tetanoz aşılarımı seve seve oldum. Sıtma (malaria) için hap almadım. Kilimanjaro’da biraz kullanıp bırakmıştık. Bol bol sinek kovucu aldım yanıma. Bu sefer pis DEET maddesi yerine doğal olan CarePlus‘ın şu ürününü tercih ettim ve çok mutlu kaldım. DEET gibi dokunduğun şeyleri ve ojelerini mahvetmiyor, daha da önemlisi hem koruyor hem doğal. Madagaskar’da bulunduğum dönem kuru ve serin olduğundan sıtma riski azdı. Eğer yağışlı ve sıcak dönemde gideceksen sıtma hapı almakta fayda var.
Hastalıklardan uzak durmak için ayrıca gezim boyunca içme ve diş fırçalama suyuma dikkat ettim, çiğ sebze ve meyve yemedim. Bir de ne olur olmaz diye su arıtma aparatı aldım yine CarePlus‘tan (Note: Hey CarePlus, you can be my travel sponsor by the way! :)). Kullanmama gerek kalmadı çünkü kapalı şişede su satın almak mümkün.
Böyle kapsamlı hazırlık bilgi seansından sonra Madagaskar gezimin çarpıcı ayrıntılarına geçebilirim. Çok detay var o yüzden en etkilendiklerimi detaylandırdım. Eğer güzergâhtaki noktalarla ilgili sorun olursa bana aşağıda yorum kısmından yazabilirsin.
Çok özel! Lemurlar
Düşünsene Sevgili Okur, bir çok türü (endemik) sadece Madagaskar’da görebiliyorsun, dünyanın başka yerinde yok. Bunların en başında tabiiki lemurlar geliyor. Madagaskar’da maymun hiç yok. Lemurlar da başka yerde yok. Güzergâhımdaki ana lemur yaşama alanlarını aşağıdaki haritamda maymun ikonu ile işaretledim pek manidar oldu. Bu yerler: Ranomafana National Park, Anja Community Reserve, Isalo National Park, Zombitse-Vohibasia National Park, Andasibe-Mantadia National Park ve Vakona Reserve. Gece veya gündüz aktif bir çok farklı türde lemur var, her parkta neredeyse farklı cins lemurlarla karşılaştım. Andasibe’deki garip ve yüksek sesle bağıran sifakadan Anja’daki ring-tailed King Julien’e kadar gördüğüm bir çok lemur için referansım hep Madagascar animasyonu oldu. Zombitse’de gördüğüm normalde gece aktif olan aye-aye meğerse King Julien’in danışmanı Maurice imiş. Lemurlarla doğada yürürken kendi hallerinde karşılaşmak çok keyifli.
Vakona Reserve’de ise bir zamanlar doğadan alınıp evcilleştirilmeye çalışılmış sonra bu kurum aracılığıyla doğaya geri döndürülmeye çalışılan lemurlar mevcut. Bazı iç güdülerini kaybeden bu lemurlar tamamen doğaya bırakılamıyor. Kedi gibi suyu sevmeyen lemurlar minik bir adada tutulmakta. İnsana maalesef alıştıkları için lemur adasındayken her turiste olduğu gibi benim de üzerime sıçradılar. Öyle şekerler ki mest oldum mest. Oradaki rehber muz verdiği içindi aslında bütün bu samimiyet. El gibi ayakları soğuktu. Tüyleri yumuşacık. Hele o bir sağa bir sola zıplaya zıplaya ilerlemeleri acayip neşeli. Lemurların kuyrukları sadece denge içinmiş, maymunların kuyrukları gibi tutunmak için güçlü değiller.
Hayallerim gerçekleşti diye duygulandım ağladım The Baobab Avenue’ye vardığımda. Müthiş bir his. Baobab ağaçları heybetli ve büyüleyici. Kökleri 50-100 metre kadar öteye uzanabiliyormuş. Dişi ve erkek ağaçlar farklı. Gittiğim zamandaki dişi ağaçların yaprakları dalların üzerindeydi ama erkek olanlarınki dökülmüştü. Yolu doya doya yürüdüm. Sırf baobab ağaçları için bile gidilir Madagaskar’a. Baobab ağaçları devlet tarafından korunmakta ve gövdesi çok kullanışlı değil. Madagaskar’ın batı kıyılarında yaygın çünkü kuru orman habitatında yaşıyor. Madagascar çizgi filmlerinde baobab ağaçları atlanmamış.
Çok Özel! Tsingy de Bemaraha National Park
Ulaşımı en zor nokta burasıydı gezimde çünkü asfalt yol yok. 4×4 olmadan varmak imkansız. Taxi-be bile yok bu güzergâhta. 4×4 ile off-road deneyimim hiç olmamıştı. Değişik ve keyifli bir deneyim. Tabii yol olmayan yerde hiçbir şey yok. Madagaskar’ın gördüğüm en fakir bölgesi burası oldu. Çocuklar temiz içme suyu istiyor. Çok tuhaf bir his. Sadece elimdekini vermek ne kadar kalıcı olur ya da bir an temiz su içmek onların hayatını nasıl etkiler bilemedim. Aslında kısa vadeli çözüm yerine bir NGO’ya destek vermeyi düşünüyorum ciddi ciddi. İnanılmaz yüksek teknoloji (!) ürünü bir feribotla 2 nehir geçtik. Yol boyunca iki üç tane su içinden geçtiğimiz zorlu su birikintileri de oldu. Bunlardan birinde oralı insanlar suyun içine taş, tahta vs. kullanarak yardımcı oldu ama bahşiş de istediler. Onlar da böyle gelir kapısı açmışlar kendilerine.
Feribot
Tsingy de Bemaraha National Park‘ı kuvvetli yer altı sularının erezyonu sonucu oluşmuş çok sivri kayalıklarla kaplı. Yalın ayakla yürünmez anlamına gelen tsingy bu milli parkın adı ve UNESCO koruması altında. Park girişi için bilet ve zorunlu rehber Bemaraha’dan alınıyor. Akabinde önce nehir kıyısında bir ağacın kovuğundan oyulma sal ile nehir geziliyor, sonra Bemaraha’ya gelip 1 saat araba yolcuğundan sonra esas parka varılıyor. Bunca mesafeden sonra merak ettim kim bu doğa harikasını nasıl bulmuş. Çok izbe bir yer. Bu vesileyle hayatımda ilk kez primary forest içinde yürüyüş yapmış oldum. Kamboçya ya da Kosta Rika gibi egzotik yerlerde bile hep secondary forest görme fırsatım olmuştu. Hep merak etmiştim hiç primary forest görebilecek miyim diye. Onun için neredeyse 5 güne yaklaşan bir yolculuk (gidiş-dönüş) gerekliymiş. Harness (tırmanış kuşamı) ile tsingy gezisi başlıyor. Çok dik, dar ve sivri yerler var ve geçerken kendini halata bağlayıp ilerlemek gerekmekte. Keyifli bir parkur. Hem yükseldik hem alçaldık. Yeri geldi kayaların altından süründük yeri geldi ağaçta uyuyan lemurları izledik. Asma köprü ve panaroma noktasının manzarası muhteşemdi. Öğle yemeği için mola verdiğimizde orman faresi görmesem de olurdu.
Tsingy de Bemaraha National Park
Isalo National Park
Gördüğüm milli parklar içinde Tsingy’den sonra en etkilendiğim Isalo oldu. Gran Canyon ya da Monument Valley’i henüz görmesem de Isalo National Park vadisi biraz o manzarayı anımsattı. Kurak ve sessiz durmasına rağmen çok farklı türde bitki ve böcek gördüm. Elephant foot plant, Napoleon’s hat flower, rainbow milkweed locust, stick insect aklımda kalanlar. Stick insect’leri bulundukları bitkinin dalından ayırt etmek neredeyse imkansız. Ha bir de Kraliçe’nin düşmanlarını öldürmek için kullandığı zehirli bir ot vardı. En sevdiğim yerel rehber Nirina bu ottan bahsettikten sonra başkentteki Queen’s Palace’ı da muhakkak görmemi önerdi. Tsingy’de olduğu gibi eskiden yerel insanlar ölülerini tepedeki kayaların içine bırakırlamış. Yerel meyve rumları ile süren cenaze merasimleri ilginç hikayelerden. Kamp yerinden ilerleyince dere kıyısından minik şelaleye ulaştık. Dere kıyısı bir anda tropik bir ortam oluşturdu. Kumlu palmiyeli. Sandviçlerimizi burada yedik. Bu parkta ring-tailed lemurların yanında 1 tanecik kalmış white-sifaka gördük. Rivayete göre bu parkta çıkan yangın bu lemurun ailesi ölmüş ve tek kalmış. Farklı lemur cinsleri birbirleri ile aile kurmadıklarından bu zavallı çok yalnızdı. Yüzünde öyle bir hüzün vardı şam şeytanı ring-tailed lemurların aksine. Bilmem belki hikayeden etkilendim.
Antananarivo
1000 tane köy demekmiş bu uzun isimli başkent. Ama kısaca Tana derler. Son günümde Tax ve Dadah kardeşler beni Queen’s Palace‘a götürüp kısa bir şehir turu attırdılar. Kırsalın aksine başkent Tana pek tekin değil. Tek başına gezmemek gerek. Polis bile Tax’e fotoğraf makinamı çantamın içine koyma konusunda uyardı. Başbakan karşıtı gösterilerin olduğu yerden geçerken biraz daha dikkat ettik. Eski başbakanı halk çok seviyormuş ve şimdiki başbakan Aralık 2018’deki seçimden önce sistemi değiştirmeye çalışıyormuş. Bir de yolsuzluğu açığa çıkaran belgeseller açığa çıkmış. Zombitse tarafına giderken geçtiğimiz İlakaka bölgesinde cevher arama lisansı hep büyük paralar karşılığı Hindistan, Pakistan gibi yabancı şirketlere veriliyormuş. Şimdi bu insanlar kendi ülkelerinin zenginliğinden faydalanamayıp bir de köle gibi yabancılar daha çok kazansın diye az maaşlara zorlu şartlarda çalışıyorlar. Tanzanya’da gözlemlediğim aynı köle mantığı burada da sürmekte maalesef. Ben bile kısa sürede düzgün gitmeyen şeylere kızmışken halkın isyan etmesi çok normal. En azından kendi zenginlikleri kendilerini kalkındırmalı. Queen’s Palace’ın hemen yanında Musée Andafivaratra da kısa bir Madagaskar tarihi için görmeye değer. Bu tepedeki manzara oldukça güzel. Biz buradan aşağı doğru yürüdük. Eski bir yerleşim yeri ve keyifli başkent insanları arasında yürümek. Biz varlıklı bir ailenin kilisedeki düğününe denk geldik mesela. Öğle yemeği için istasyonun yanındaki restoranı tercih ettik. Genelde turistler takılıyor, iç tasarımı ve menüsü güzel.
Bu arada Tax şoförümün Dadah’ın kardeşi. Benim kendi rehberimle gezimin son zamanına doğru çıkan sıkıntıdan ötürü hem beni korudular hem de bu başkentteki yürüyüşte benzin masrafı dışında bir şey talep etmediler. Tax gayet iyi İngilizce, Fransızca ve az biraz İtalyanca konuşuyor. Madagaskar rotaları konusunda da oldukça bilgili ve deneyimli. O yüzden Madagaskar’a giderseniz gönül rahatlığı ile Tax’i önerebilirim. Dadah keşke İngilizce bilse kesinlikle onu söylerdim (Tax, sorry but Dadah is still my number 1 ❤, ha ha!).
Panaroma – The Queen’s Palace
Rotam
Sonuç olarak
Madagaskar gezimde bir kez daha gördüm ki mutlu olmak için çok bir şeye ihtiyaç yok. Hem o kadar fakir hem o kadar mutlu başka bir millet görmedim. Dert olmayacak o kadar fazla şeyimiz var ki. Şükürsüzüz Sevgili Okur! Temiz içme suyu ve elektriğin olmaması bile Malagasy‘leri mutsuz edemiyor (Madagaskar halkına Malagasy denmekte. Ne kadar doğru bilmiyorum ama duyduğuma göre Almanlar kelimeyi yanlış telaffuz ettiği için böyle Madagaskar kökünden başka bir isim kullanılmakta). Öyle kahvehane köşelerinde aylak oturan Malagasy de yok. Herkes çoluk çocuk sabah gün doğumundan gün batımına kadar çalışıyor. Büyükşehir insanı spor salonlarında sixpack yapacağım diye kasarken Madagaskar sixpack’li insanlarla dolu. Fakir olmalarına rağmen açlık sınırı olmadığından ve çalıştıklarından güçlü bir vücuda sahip oluyorlar doğal yöntemlerle (çalışarak). Bir başka çıkarım ise oldukça sabırlı olmak. Yokluk içinde ellerinden geleni yaparak birbirine destek olan Malagasy’lerin aynı Tanzanyalılar’ın pole pole‘si gibi mora mora‘sı var. Yavaş yavaş ya da rahat ol demek. Şoförüm Dadah çok hatırlattı bana bunu. Yolda kaç kez tekerlek patladı, araba bozuldu, başka aksilikler oldu. Kızsan da kızmasan da sonuç değişmiyor. İnsanların çabası bir çok şeye olan tutumu değiştiriyor. Hayatın zorluklarına karşı mora mora bir yaşam şekli, Malagasy’ler birbirlerine karşı çok anlayışlı ve yardımsever. Yeşil ışık yanınca saniyelerle geciken araca korna çalmıyorlar mesela. Aklımda kendine özgü doğası, birbirinden şirin lemurları, baobab ağaçları, güzel insanları ile yer etti Madagaskar.
Bir sonraki hayalim Namibia! Yeni iş değiştirdiğim için izinlerimi yeni yöneticimle konuşmam gerek. Bana şans dileyin :)
Mora mora hayallerimize 🥂
Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinmadagascaretiketine bakabilirsin.
Vişne Kiraz
Mayıs 2018
(Amsterdam, Haziran 2018)
Not: 17 gün gezince anlatacak ne çok şey birikmiş.
Her ne kadar backpacker kelimesinin çevirisi “sırt çantasıyla gezen kimse” olsa da bu kelime çevirisinden daha fazla şey ifade eder seyyahların dünyasında. Özünde sırt çantası şart olmasa da, daha çok düşük maliyetlerle yabancı ülkeleri gezen kişilerdir bunlar. Çoğunluk lise ya da üniversite mezunu (belki kısa iş deneyimi sonrası işini bırakan) Avrupalı gençlerdir. Sonra hayatında düşlerin önemini fark edip geç olmadan işinden istifa eden ya da ücretsiz izne çıkan (sabbatical) orta yaş grubunda kişiler gelir. Bu ikinci grubun ilk gruba göre maddi durumu biraz daha iyidir ve yeri geldikçe bazı şeyler için daha çok bütçeleri vardır.
Zaman zaman Hollanda’daki ve Türkiye’deki arkadaşlarımla Türkler’den neden çok sayıda backpacker çıkmadığını konuşurduk. Geçtiğimiz aralıkta Kamboçya ve Tayland’da geçirdiğim 1 ay boyunca tanıştığım turistlerin “Pek Türk gezgin ile tanışmadım.” tepkileri üzerine bu konu hakkında fikirlerimi burada toplamak istedim.
Ülkemizde genç nüfus fazla ve hepsine yetecek kadar iş imkânı bulunmamakta. Bu yüzden bu kalabalıktan sıyrılmak, iyi bir iş sahibi olup güzel bir gelecek kurmak için ilkokuldan (belki artık ana okulundan) itibaren yarış atı gibi çalışmak, iyi bir üniversiteye girmek, iyi bir dereceyle ve dolu dolu sosyal etkinliklerle okulu bitirmek ve hemen iş hayatına atılmak gerekmekte. Bir şansım olsa o yıllara dönebileceğim söylense şahsen özellikle ortaokul ve lise yıllarıma, haftasonu dersaneye gitme saçmalığına sırf bu yarış atı temposundan ötürü dönmek istemem. Şimdi böyle bir koşturmacadan sonra Türkiye’den kimse iş hayatına atılmak yerine “Dur önce bir dünyayı gezip geleyim, öyle çalışmaya başlayayım.” demez, demiyor da. İstisnalar dışında orta halli hiçbir ailenin bu durumu destekleyebileceğini hayal edemiyorum. Rekabetten geri kalmak ve geçim korkusu maalesef hayallerden önce geliyor ülkemizde.
İş hayatına atılınca da rekabet bitmiyor. İşleri yetiştirememekten izne çıkamayan bir çok arkadaşım var. Türkiye’de bir çok iş veren yıllık izni bir ihtiyaç olarak değil bir lüks olarak görmekte, iznini kullanamazsa bir sonraki seneye devreder ne de olsa mantığı. İşe girilen ilk sene yıllık izin hak edemeyiş, ilk 5 sene sadece 14 gün yıllık izin verilmesi ve cumartesi gününün yıllık izinden sayılması kanunlarımızın da insanın kendine vakit ayırmasına bakış açısını yansıtan en çarpıcı örneklerden. Bir diğer konu da ücretsiz yıllık izin (sabbatical). Rekabetin fazla olması kişi ücretsiz izne çıkmak isterse yerine başka birinin bulunma korkusunu akla getirmekte. Yine bunların dışında izin politikası izleyen çok az iş veren var Türkiye’de. Açıkçası Hollanda‘ya taşınmasaydım bu kadar gezemezdim ve böyle uzun tatillere çıkamazdım. İşe ilk girdiğimden itibaren her sene 25-30 iş günü iznim var ve izinlerimin yanmaması için o sene içinde büyük çoğunluğunu kullanmam gerekmekte. Ayrıca izne bir lüks değil bir ihtiyaç olarak yaklaşılmakta.
Para birimimizin zayıf olması bir başka neden. Üniversitede ya da sonrası ailesiyle oturan Avrupalılar biriktirdikleri avrolar ya da sterlinlerle rahatça seyahate çıkabiliyorlar. Kamboçya gittiğim en ucuz ülkerden biri olmasına rağmen aslında o ucuzluk avroya göre, Türk lirasına göre değil. Örneğin 3 Amerikan dolarına sıcak yemek yemek bir Avrupalı için ucuz olsa da biz Türkler için çok değişik bir durum değil. Bir Türk’ün bir Avrupalı’ya göre çok daha fazla emek harcaması gerekiyor aynı miktarda tatil bütçesine ulaşabilmek için.
Türkler rahatından çok vazgeçmeyen bir toplum. Belki yaşadığımız coğrafya bunda etkili. Mesela yazın güneşli gün sayısı çok fazla olduğu için biz acil bir işimiz yoksa gün batımında dışarı çıkmayı tercih ederiz. Eğer kışın hava o gün yağmurluysa ertesi gün mutlaka açacağı için dışarı çıkmayı ertesine güne erteleriz. Hollanda’da hava ne olursa olsun bisiklet kullanmaktan vazgeçmemeleri en hayran olduğum özellikleri. Bir arkadaşımın birlikte çalıştığı bir İngiliz “Hava durumuna göre plan yapan tanıdığım tek toplum Türkler.” diye bir tespitte bulunmuş. Bu rahatlık anlayışımızı evlerimizin içini dayamak döşemek, en kısa mesafelere bile arabayla gidip gelmekte kullanıyoruz hemen. Tatil planları da bu doğrultuda şekilleniyor. Örneğin İzlanda çok pahalı bir ülke olduğu için kaldığım süre boyunca akşam yemeklerimi hostelin mutfağında kendim hazırladım. Orayı görmekti amacım ve hiç gocunmadım bu durumdan. İstisnalar dışında Türklerin Avrupa dışında bir yerde sırt çantaları ile kamp yaparak düşük bütçelerle gezdiğini çok hayal edemiyorum.
Bana sorulan “Bu kadar gezecek parayı ve zamanı nasıl buluyorsun?”, “Tek başına nasıl geziyorsun?”, “Tek başına canın sıkılmıyor mu?”, “Hosteller güvenilir mi?” vb. sorulardan seyahat etmek konusunda çok ön yargılı olduğumuzu görüyorum. Evet lükslerden ve rahattan vazgeçilmezse seyahat etmek çok maliyetli olabilir. Türkiye’ye göre daha fazla yıllık iznim var ve iş seyahatlerimi tatillerimle birleştirebiliyorum. Böylelikle hayallerime zaman yaratabiliyorum. Aslında tek başına gezerken daha kolay yeni arkadaşlıklar kurulmakta. Hosteller temkinli olunduğu sürece (kilitli dolap vs.) kalması rahat yerler. Temizlik, konum gibi kriterlerini iyi araştırmak gerek.
Gençlerden sorumlu bakan olsam ilk icraatlerimden biri üniversite öğrencilerine faizsiz backpacking kredisi vermek olurdu. Gençler dünyayı görsün, konfor sınırından çıkmak neymiş bir deneyimlesinler, yeni yerler keşfedip yeni arkadaşlar edinsinler. Nasıl olsa hayatlarının geri kalan zamanında ne zaman ne de bütçe çok izin vermeyecek bunu gerçekleştirmeye. Özellikle ülkemiz koşullarında…
Ağustos ayında İsviçre Alpleri’nde geçirdiğim yamaç paraşütü kazasından sonra ilk macera durağım oldu İzlanda(kazanın detaylarını bir ara anlatırım sizlere). Doğası harika bu güzel ülkeyi ne zamandır görmek istiyordum, kısmet kazayı ucuz atlatmayı ve hemen hemen sağlığıma yeniden kavuşmayı kutlamadaymış :)
Seljalandsfoss
Blue Lagoon (Varış)
Havaalanına indikten hemen sonra soluğu Blue Lagoon‘da aldım. Araştırmalarım sonucu Blue Lagoon’a uğramanın havaalanından dönerken ya da havaalanına giderken uygun olduğunu öğrendim. Blue Lagoon, Keflavík Havaalanı‘na çok yakın. Reykjavík‘de kalıyorsanız sırf buraya gelmek için 1 saatlik yol katetmenize gerek yok, e bir de bunun dönüşü var tabii. Bu bilgi çok isabetli oldu. Uçaktan inmemle kendimi Blue Lagoon’un sıcak sularına bırakmam yaklaşık yarım saat sürdü :) Ayrıca Blue Lagoon için fazladan zaman ayırmama gerek kalmadı.
İzlanda Kuzey Amerika ve Avrasya fay hatlarının tam üstünde yer aldığı için tektonik hareketlerin fazlaca yaşandığı aktif bir bölge. Bunun nimetlerinden biri de kaplıcalar ve jeotermal santraller. Gezerken yerden yükselen dumanların buhar olduğuna alışmak biraz zaman alıyor. Aslında bu sıcak suların keyfi nehir yatağına karışan doğal bir yerde çıkardı ama keşif için araba ve biraz daha fazla zaman gerekiyordu. Tek başıma olduğum ve araba ayarlamadığım için İzlanda keşif gezimde (bir daha gitmeli, belki beyaz gecelerde kiralık araba ile gezip kamp yaparak) Blue Lagoon ile yetindim diyelim.
Blue Lagoon
Blue Lagoon
Blue Lagoon
Türkiye’deki bir çok kaplıca kapalı ortamda hizmet verdiği için kükürt kokusu bir yerden sonra insanı yorabiliyor. Blue Lagoon’un açık havada olması, temiz hava ve güneşle birleşince harika bir atmosfer oluşturmuş. Bir yandan sıcaktan bunalmıyorsunuz, bir yandan da kemikleriniz (hele benim gibi kaza sonrası çatlamış omurunuz varsa) bayram ediyor. Aşağıdaki videoda mayışmaktan nasıl cümleleri toparlayamadığımı izleyebilirsiniz. Küçükken anne ve babamın kardeşimle beni zorla götürdüğü kaplıca konseptini şimdi seviyor olmam sanırım yaşlanma belirtisi :)
Tesis temizlik ve servis konusunda çok başarılı. Fiyat tarifesine ve sunulan hizmetlere buradan erişebilrisiniz. Blue Lagoon’dayken ücretsiz kil istasyonlarına uğrayıp yüzünüze maske yapmayı (nasıl sonuç vereceğini kimse asla tahmin edemez ;) ) ve havuzun yanındaki bardan soğuk bir şeyler içmeyi sakın ihmal etmeyin.
Golden Circle (1. gün)
İzlanda gezimi planlarken yaşadığım en büyük sıkıntılar yer adlarını kolayca çıkaramamak ve turların nereleri kapsadığını anlayamamak oldu. Hangi turda nereler var? O turla bu turun farkı ne? Kesişiyorlar mı? İzlanda alfabesindeki harfin Latin alfabesindeki karşılı nedir? Bu nedenle katıldığım turlarda nereleri ziyaret ettiğimi tek tek not aldım, size de faydalı olur umarım. Haritamda Google Maps’ten bulabildiğim kadar yerlerini de işaretledim. Görünen o ki 4 günde adanın sadece güney batı kısmını gezebilmişim.
Golden Circle‘ın en temel turlardan biri olduğunu gördüm plan yaparken. İzlanda’nın en büyük jeotermal santrali Hellisheiði‘i ziyaret ederek başladık gezimize. 30 km yol kateten 88-92°C suyun sadece 2°C kayıpla evlere ulaşması böyle soğuk bir ülkede oldukça etkileyici. Sıcak su ayrıca yer altına döşenen sistemlerle kaldırımlardaki ve yollardaki karın ve buzun temizlenmesi için kullanılmakta. Kar küremekle uğraşmıyor İzlandalılar :)
Kerið Krateri küçük ama oldukça güzel bir krater. Yukarıdan etrafını dolaştıktan sonra aşağıya gölün kenarına indim. Bu kadar sadelikte bir doğa parçasının beni ne kadar etkilediğine şahit oldum. Aşağısı sessiz ve gölün kenarında bir bank var. Bir müddet oturup manzaraya bakmak iyi geldi.
Kerið Krateri
Faxi
Geyser
Faxi Şelalesi(Vatnsleysufoss), Gullfoss‘un devamında yer alan küçük sevimli bir şelale. İzlanda’da jeotermal enerji yaygın olduğu için şelaleler hidroelektrik santraller için kullanılmamakta. Bu nedenle şelaleri her daim doğal akışında görebilmek mümkün. İzlandaca’da yer adları genelde yeryüzü şeklinin adını da içinde barındırmakta. Bu ipucundan sonra biraz önce yazdığım iki şelale adından “foss” kelimesinin şelale olduğunu çıkarmak kolay. Aynı şekilde meşhur Eyjafjallajökull’deki jökull – buzul, başkent Reykjavík gibi bir çok şehir isminde geçen vík – koy demek. Bu bilgi, Vikinglerin adının “koydan gelen” olduğunu öğrenmek ya da plan yaparken gitmek istediğiniz yerin isminden ne tür bir yer göreceğinizi anlamak açısından faydalı olabilir.
Gullfoss‘un bire bir çevirisi Altın Şelale imiş. Bu turun adındaki altın kelimesinin bu şelaleden geldiği söylenmekte. Gullfoss, büyüklüğü ve gücüyle heybetli bir şelale. Brezilya – Arjantin sınırındaki Iguazu ve Kanada – Amerika sınırındaki Niagara şelalelerinden sonra gördüğüm büyük şelalerden biri oldu Altın Şelale. Yukarıdan ve vadiden yürüyerek yakınından görebilmek mümkün.
Gullfoss
Golden Circle’ın en ilginç durağı Hvítá Nehri üzerindeki Strokkur Jeotermal Bölgesi. Ne zaman patlayacağını kestiremediğim bir bombayı andıran Geysir‘ı izlemek, bölgede yürürken her yerden film setindeymişim gibi yükselen buharları görmek, “Aman suya dokunmayın!” ikaz tabelalarına tanık olmak benim için ilkti. Patagonia‘da ilk kez gördüğüm buzullar gibi bundan sonra her gördüğüm “geyser” için referans noktam olacak İzlanda.
Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı turumuzun son noktasıydı. Berrak ve soğuk nehirlerin geçtiği, su şişemi direkt nehirden doldurabildiğim, kocaman alabalıkların korkusuzca yüzdüğü, Avrasya’dan Kuzey Amerika’ya yürüyebildiğim bir parktı burası. Bir daha İzlanda’ya gelirsem daha çok zaman geçirmek istediğim yerlerden biri kesinlikle bu park. Belki de kamp yaparım burada, belli mi olur? :)
Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı
Golden Circle Rotası – 1. Hellisheiði Jeotermal Santrali 2. Kerið (Kerid, Kerith) Krateri 3. Faxi (Vatnsleysufoss) Şelalesi 4. Strokkur ve Geysir 5. Gullfoss 6. Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı
(Bu tura Sterna Travel ile katıldım. Turun küçük gruplar halinde olması ve rehberin kendi hayatından yöre ile ilgili örnekler vermesi iyiydi, fakat rehberin bilgisinin kısıtlı olması ve zamanı çok iyi yönetememesi biraz sıkıntılıydı.)
Aurora Borealis rüyası
Aurora Borealis – İzlanda
Bu rüya öyle gerçekleşmesi kolay bir rüya değil. Şartların oluşması kadar sizin sabrınıza da çok bağlı. Bütün gününüzü İzlanda’nın doğasını keşifle geçirdikten sonra odanıza gelip, yemek yiyip duş alıp gecenin köründe yine yollara düşmek ve soğukta bir mucizenin gerçekleşmesini ve buna şahit olmayı beklemek hayatımızda olmasını istediğimiz her güzel şey gibi tabii ki emek istiyor. Hele bir de göremeden döndüğünüzde hayal kırıklığı ile o gece geç yatmak ertesi günkü planlarınız için erken kalkmanızı zorlaştırmakta. Azmederseniz kuzey ışıklarını görene kadar yaşanacak bir döngü bu.
İlk akşam Blue Lagoon’dan döndükten sonra çıktığım turda kuzey ışıklarını göremedim. Gece 1.30’da odama geldim, sabah 7.30’da Golden Circle turuna katılmak üzere hemen yattım. Ertesi gece yani 2. gece odamda hazırlanırken zorlandım biraz. “Umarım bu akşam görürüm!” diye dua ettim. Çünkü kısıtlı bir zaman diliminde bu mucizeyi görmeye bu kadar yakınken evime dönene kadar bunu deneyeceğimi ve her seferinde iyice zorlaşacağının farkındaydım. Çok şükür 2. gece çıktığımda dolunaya rağmen kuzey ışıklarını Aurora Borealis‘i bir diğer deyişle Northern Lights‘ı görme şansına sahip oldum. Gökyüzünde dans eden yeşil ışıkların altında hayal kurmak güzeldi. Başta tam anlayamasam da gözlerim alıştıkça artık nerede dans ettiklerini yakalayabilmeye başladım. Gecenin köründe o soğuğu hiç hissetmedim. Yeni bir şey keşfedince/görünce duyduğum mutluluk/heyecan beni sıcak tutuyordu. İnsanın hayallerinin gerçek olması ne güzel :) Odama gelip başımı yastığıma koyduğumda yüzümde hala kocaman bir tebessüm vardı.
O gece karşıma çıkan kuzey ışıkları – İzlanda
Benim gibi Amsterdam’da expat olarak yaşayan The Kitchen Crashers‘ın bloguna denk geldiğimde kuzey ışıklarını görmüş bu şanslı çiftin İzlanda’ya ekim ayının ikinci haftası gitmiş olduğunu öğrenmem benim de İzlanda tatilimi aynı zamana denk getirmemde etkili oldu. Kuzey ışıklarını görmek için gökyüzünde aktivite olması kadar gökyüzünün bulutsuz olması da çok önemli. Gecelerin uzamaya başladığı ağustos ayının sonundan marta kadar kuzey ışıkları gerekli koşullar oluşursa görülebilmekte. Eylül ve ekim aylarının şanslı olduğu söylenmekte.
Batı İzlanda kıyıları: Snæfellsnes (2. gün)
Snæfellsnes Yarımadası minik kasabalardan ve değişik kaya formlarının yer aldığı muhteşem kıyılardan oluşmakta genel olarak. Yaz mevsimi bittiği için puffin göremedim ama suda zıplaya zıplaya karaya doğru çılgınca yüzen bir fok balığını izledim Ytri Tunga kıyısında. Arnarstapi‘de yöresel bir lokantada mola verdik. İzlandalı bir teyzenin işlettiği bu lokantada içtiğim kuzu etli çorba kjötsúpa, İzlanda’da kaldığım süre zarfında içtiğim en lezzetli kjötsúpa idi.
Djúpalónssandur Sahili
Kuzu etli çorba – Kjötsúpa
Arnarstapi
Lóndrangar Kıyıları‘nda volkanik kayaların her biri adeta bir heykeli andırıyordu. Djúpalónssandur Sahili büyüklüğü, gri siyah tonları ve sessizliğiyle güney kıyılarındaki Dyrhólaey Sahili kadar olmasa da başka bir gezegende hissettirdi kendimi. Zaten İzlanda’nın dünyaya hiç de ait olmayan bir havası var. Bu sahilde karaya oturmuş bir gemi enkazı mevcut. Biraz ilerisinde de eskiden birinin balıkçı olup olmayacağını sınadıkları ağır taşlar var. Eğer kişi 54 kilo olan taşı kaldıramazsa balıkçı olamazmış.
Lóndrangar Kıyıları
Lóndrangar Kıyıları
Djúpalónssandur Sahili
Günün sonuna doğru yarımadanın kuzeyindeki Kirkjufell Dağı‘na şöyle uzaktan bir baktık. Bu dağın lava katmalarından oluşan ilginç bir yapısı ve şekli var. Bu yarımadanın en karakteristik yeryüzü şekli olabilir karizmatik duruşuyla.
Kirkjufell Dağı – İzlanda
Son olarak The Secret Life of Walter Mitty (2013) filminde Grönland’da geçen helikopter sahnesinin çekildiği kasaba Stykkishólmur‘da (Himalayalar kısmı da İzlanda’da çekilmiş) limanın etrafından dolaşıp tepedeki deniz fenerine çıktım, kasabanın caddelerinde yürüyerek renkli İzlanda evlerinin fotoğraflarını çektim. Bu arada kaldığım hostelde Çinli bir gencin Walter Mitty’den esinlenip İzlanda’ya geldiğini öğrendim. İnternetten araştırmış, bir çiftlikte kalacak yer ve yemek karşılığı gönüllü bir iş bulmuş. Filmi ben de beğenmiştim, özellikle İzlandalı Of Monsters and Men grubunun şarkılarının kullanıldığı kısımlar İzlanda’nın nefes kesen manzarasıyla bütünleşince beni zaten gitmek istediğim İzlanda için epey gaza getirmişti, ama bu Çinli arkadaş kadar gözümü karartmamıştım. Bir müddet kalıp çok pahalı İzlanda’yı gezmek için güzel bir yol bulmuş kendisine. İnsanın hayallerini gerçekleştirmek için içinde bulunduğu kısıtlamalardan çıkıp kendine çözüm yolu bulması takdir edilesi.
Batı İzlanda ile ilgili detaylı bilgiye bu broşürden erişebilirsiniz.
(Bu tura Reykjavík Excursions ile katıldım. Bu tur sadece çarşamba ve cumartesi günleri düzenlenmekte. Rehberimiz bölge konusunda çok bilgiliydi. Reykjavík Excursions ülkedeki en büyük tur şirketlerinden biri ve bu yüzden düzenlediği turlar büyük gruplar halinde oluyor. Küçük grupla gezmeyi daha çok sevdiğim için Snæfellsnes Yarımadası’na bu şirketle değil Iceland Horizon ile gitmek istemiştim. İstediğim şirketin turunda yer kalmadığı için mecburen Reykjavík Excursions ile gittim. Beklediğimden oldukça iyiydi. Büyük şirket olması son dakika yer bulmamı kolaylaştırdı.)
Yöre insanıyla yürüyüş (3. gün)
Lonely Planet’i karıştırırken gözüme Útivist adlı tur şirketi çarptı. Bu şirketin İzlanda’nın farklı bölgelerine yürüyüşler (hiking) düzenlediği ve genellikle İzlandalılar’ın katıldığı yazıyordu. Önceki yazılarımda bahsetmişimdir belki, gezmeye başladıktan bir müddet sonra turist olarak görülecek yerler kadar gittiğim yerlerdeki günlük hayatlar da ilgimi çekmeye başladı. Bu nedenle gittiğim yerde yaşayan arkadaşım varsa önceden haberleşip en azından birlikte bir yerlerde otutup bir şeyler içmeyi teklif ederim. Karşıma çıkan oralı insanların hayatlarını daha iyi anlamaya çalışırım. Amsterdam’da yaşamaya başladıktan sonra bunu yapmayı daha çok sever oldum. Çünkü insan paylaştıkça dünyanın neresinde olursa olsun insanların benzer güzellikler, benzer sıkıntılar yaşadığını görüyor. Bu da yalnız olmadığımı görmeme neden olduğu için hoşuma gidiyor. O yüzden bu tura İzlandalılar ile vakit geçirmek için katılmak istedim.
Útivist
Güzergah yukarıdan aşağıya
Biraz değişiklik
İnternet sitelerinde İngilizce seçeneği olsa da çalışması sıkıntılıydı. Gezilerin olduğu sayfayı Google Chrome’da İzlandaca açtım ve otomatik olarak İngilizce’ye çevrilmiş halinden katılmak istediğim geziye kayıt olmak istedim. İzlanda kimlik numaram olmadığı için formu doldurmayı başaramadım. Bir kaç yazışmadan sonra e-posta aracılığıyla kaydımı yaptırdım.
Mars’ta mıyım?
Crowberry
Lavadan doğal kaydırak
Otobüs terminalinde buluşup Vogar’a doğru hareket ettik. Vogar‘dan başlayıp Grindavík‘e kadar 15 kilometre yürüdük. İzlanda millî müzesinde bir sene çalışacak olan Danimarkalı, İzlanda’da bir sene dadılık yapacak Amerikalı ve bendeniz bu yerel yürüyüşe katılmış 3 yabancıydık. 10 İzlandalı ile güzel bir gün geçirdik. 6 saat süren yürüyüş boyunca bir çok şeyden konuştuk. Yürüdüğümüz güzergah İzlanda’ya 1700’lerde yerleşenler tarafından sıkça kullanılırmış. Lava bölgesinde olan bu yolda kayalardan başka pek bir şey yok. Ama ilginç olan bu kayaların üzerinde yıllardır yürüyen ya da atla geçen insanların oluşturduğu oyuklar. Kayanın üzerine basa basa şeklinin değişebileceğini hiç düşünmemiştim. Kahve molalarında İzlandalılar’ın ikramları bizi mutlu etti. Ayrıca bir “berry” çeşidi daha öğrenmiş oldum: crowberry! Kaya parçalarının üzerini kaplayan kısacık iğne yapraklı bitkinin meyvesi ölü görünen bu topraklarda alışkın olmadığım bir hayat olduğunun kanıtıydı.
Sonbahara dokunuş
Mola
İzlanda ikramları
Yürüyüşün sonunda İzlandalılar kendilerini İzlanda’ya özgü dondurma yiyerek ödüllendirdiler :)
South Shore (4. gün)
Bu geziye başlamak için yaklaşık 2 saat yol katetmek gerekti. Haritadaki kadar küçük olmadığını gezince daha iyi anladım. Ülkenin ıssızlığını ve boşluğunu hayal edebilmeniz için şu bilgiyi vereyim: İzlanda yaklaşık 100.000 km2 ve nüfusu 300.000. Yani 1 km2‘ye 3 kişi düşmekte.
Bu turdaEyjafjallajökull‘un eteklerinde yaşayan, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir ailenin Avrupa hava trafiğini kitleyen meşhur patlama öncesi ve sonrası hayatlarını anlatan belgeselin gösterildiği ziyaretçi merkezi görülmeye değer.
Seljalandsfoss’un arkasında
İzlanda’da volkanik toprakta ağaç yok (zaten gördüğümüz ağaçlar İzlanda’ya sonradan getirilmiş, aynı şekilde koyunlar ve atlar gibi). Kendine has çoraklığı olan bu topraklarda birden tepenin üzerinden fışkıran şelaleleri görmek olağanüstü bir duygu. Belki kocaman değiller ama her yerden karşıma çıkmaları harika! Skógafoss‘u yanına kadar yürüyebildiğim için, Seljalandsfoss‘u da arkasından dolaşabildiğim için çok beğendim.
Dyrhólaey Sahili, İzlanda’daki en tehlikeli sahillerden biri. Güçlü ters akıntılar yüzünden bir çok balıkçı hayatını kaybetmiş burada. Hatta kamp yapacaklar için bu bölgede gecelemenin yasak olduğuna dair tabelalar bulunmakta. Siyah kocaman kumsal masmavi okyanusla alışık olmadığım iki rengi bir araya getirmişti. Epey ileride karşımdaki yamaçta dinamik rüzgarda yelken uçuşu yapan iki yamaç paraşütü gördüm. Bir dahaki ziyaretime uçacağım yeri de gözlerimle görmüş oldum böylelikle.
Dyrhólaey Sahili’nde mağaranın parçası oldum :)
Dyrhólaey Sahili
Skógafoss
İzlanda’da buzulları ayrıca görmek istemesem de turun bir parçası olduğu için Sólheimajökull buzuluna uğradık. İlginizi çekiyorsa buzulların üzerinde yürümek için özel turlar mevcut. Buzullar üzerlerindeki küller yüzünden Patagonia’dakiler kadar etkilemedi beni. Vikingler’in buzulların üzerindeki karartıları görüp hayalet gördüklerini sanmaları üzerine etrafta dolaşan hikayeler varmış. Sonuçta elflere ve hayaletlere inananlarla dolu bir ülke İzlanda, normal :)
South ShoreRotası – 1. Eyjafjallajökull Ziyaret Merkezi 2. Skógafoss 3. Dyrhólaey Sahili 4. Vík Kasabası 5. Sólheimajökull Buzulu (glacier) 6. Seljalandsfoss
(Bu tura Iceland Horizon ile katıldım. Tripadvisor’da okuduğum iyi yorumlar ve uygun fiyatlar beni bu şirkete yönlendirdi ama gitmeden 1 hafta önce yazışmama rağmen sadece South Shore gezisinde yer bulabildim. Şirketin sahibi ve gezimizin rehberi David, İzlanda ve rotamızla ilgili çok güzel bilgiler verdi gezi boyunca. Çok memnun kaldım.)
Aklımda kalan diğer detaylar
Japonya’ya pahalı diyenler İzlanda’yı süper ötesi pahalı bulabilir. Japonya gezi yazımda bahsetmiştim Japonya aslında abartıldığı kadar pahalı değil diye. Ama İzlanda gerçekten pahalı. Kamp yapmak, grup halinde gelip araba kiralamak çok çok tasarruflu olur. Elimi neye attıysam pahalıydı. Mümkün olduğunca günlük gezilere sandviç, kuruyemiş ve meyve götürdüm. Akşamları da özel bir yerde yemedikçe hostelin mutfağında yemek yaparak masraflarımı dengelemeye çalıştım.
Adadaki tek ucuz şey hatta bedava olan şey su. Hostelde resepsiyondaki görevliye “Çeşme suyu içilebiliyor mu?” diye sordum. “Sularımız buzullardan gelmekte, afiyetle güvenle içebilirsiniz!” cevabını aldım. Hayatımda içme suyuna bu kadar güvenen ve böyle tasvir eden biriyle karşılaşmamıştım.
İzlanda doğasıyla harika bir yer ama gezdiğim zaman zarfında sürekli “Adada yaşamak nasıl bir duygudur? Burada yaşabilir miyim?” diye düşündüm. Kışın alacakaranlıkla beraber gelen karanlık ve adanın kısıtlı ve başka şeylere bağlı olması sonsuzluğun içinde bir kafesi çağrıştırdı. Karayipler bile olsa adada yaşama fikri bana sıcak gelmiyor. Güneş görmeden bir adada İzlanda olsa bile yaşayamam sanırım.
Kredi kartı hemen hemen her yerde, banka kartı (debit card) ise bir çok yerde geçmekte. Paranızı İzlanda kronuna çevirmenize gerek yok. Belki bahşişler için belli miktar nakit bulundurmak faydalı olabilir.
Reykjavík sokaklarında gezerken tam “Hayret! Bir Türk girişimci gelip de burada bir döner dükkanı açmamış.” diyordum ki başkentin en işlek caddesinde Durum diye bir mekan gördüm. Menüsünde döner ve kısır vardı. Merak ettim, içeri girip görevliye sahibinin nereli olduğunu sordum. Adam Türk bayrağını gösterdi. Sahibi dükkanda olsaydı tanışmak isterdim. Hangi rüzgar onu buralara atmıştı acep? Yan dükkanı da Meze diye bir restoran, Türk yemekleri satılmakta.
İzlanda’ya WOW Air (sadece yaz aylarında hizmet veriyor) ve Norwegian ile uygun fiyata uçabilirsiniz.
Bu video da bana bir dahaki sefere yamaç paraşütümle İzlanda’ya gitmek için hatırlatma notu olsun:
Bu gezi yazımı okuduktan sonra The Secret Life of Walter Mitty (2013)’yi izleyin. Üstüne Of Monsters and Men’in Dirty Paws şarkısını dinleyin tekrar tekrar. İnanıyorum İzlanda planlarınızı öne çekmede etkili olacaktır :)
Sağlımıza ve hayallerimizin gerçekleşmesine! :)
(Vişne Kiraz, Ekim 2014)
Bu yazı 22 Ekim 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.