Vişne Kiraz

Düşlerimin peşi sıra kendimi yollara vurdum

Posts tagged ‘travel’

2014 yazını, geçirdiğim yamaç paraşütü kazası ve üstüne o zamanki erkek arkadaşımın çok ‘şerefli’ bir hareketiyle iyileşme sürecinde beni ‘evli olmadığımız için’ gurbette yapayalnız bırakması nedeniyle hayatımın en zor yazı diye biliyordum. Ta ki 2019 yazına kadar. 2019 yazı gönül yarası dışında beni epey zorladı. Neler mi oldu Sevgili Okur? Orta derecede kanser riskimin olduğunu öğrenmemden hemen sonra ofisin yarısıyla birlikte işten çıkarıldığımı öğrendim. Hani sağlık olsun denir ya bu sefer diyemedim.

Roys Peak, South Island

İlk önce haziranda İstanbul’a gidip küçük bir operasyon geçirdim ve dönüşünde hemen gerekli aşıları olmaya başladım. Sağlığımla ilgili gerekli tedbirleri aldığım için kasım ayındaki kontrole kadar yapacak çok bir şey kalmamıştı bu konuda. Hayatımda ilk kez tuttuğum canım avukatımla şirketle müzakerelere başladık. Yazın işe alımların yavaşlığı ve iş ilanlarının azlığı sebebiyle zorlu süreç de başlamış oldu. En zor yanı tabii ki belirsizlikti. Önceden planladığım hiçbir gezimi iptal etmedim. Puglia ve Rusya seyahatlerimi nefes alacak fırsatlar olarak gördüm, her ne kadar beynim belirsizlikle arka planda meşgul olsa da. Her sabah kalkıp gittiğim en sevdiğim kafe Scandinavian Embassy‘de hem oradaki çalışanlarla sosyalleştim hem de düzenli olarak iş başvuruları yaptım. Zorlu geçen 3-4 aylık süreçte kafedeki çalışan herkes artık hangi gün ne görüşmem var biliyordu. Bu rutin, enerji seviyemi yüksek tutmak da önemliydi. Çalışmadan belirsiz bir dönemi geçirmek ve aynı zamanda iş görüşmeleri için morali yüksek tutmak çok zorladı. Ne iş olur da meşgul olurum diye bir çok şey yaptım. Bunlardan en ilginci Albert Cuyp Markt‘da gözleme standında çalışmak oldu. Sağolsun Ali saat başı dolgun bir ücret ve bedava gözleme verdi. Maksat muhabbetti. Renkli kişiliğime ve enerjime rağmen umudum ağustos ayında en düşük seviyeye gelmişti ki bir iş teklifi aldım ve ekimde başlamamı istiyorlardı. Fesih sözleşmesine göre de işe gitmediğim halde kağıt üstünde ekime kadar çalışıyor görünüp maaşımı alıyordum. Uzun lafın kısası bir ay ücretli iznim ve sona ermiş bir belirsizlik vardı. Kötü dönemin ardından gelen bu fırsatı gidebileceğim en uzak noktadaki en merak ettiğim ülkelerden biri olan Yeni Zelanda’da kullanmaya karar verdim. Bir ay Avustralya için az Yeni Zelanda için yeterliydi. Bu arada Hollanda pasaportuna sahip olmak beni vize bürokrasisiyle uğraştırmadı ve bu hızlı kararda çok etkili oldu.

Hazırlık ve Rota

Plan yapacak uzun bir zaman yoktu bu sefer. Niyeyse Yeni Zelanda hep arabayla gezilirmiş gibi bir izlenimim vardı. Google’da “public transport in New Zealand” diye arama yaptım ve tam benlik bir gezi seçeneğiyle tanıştım. Bütün Yeni Zelanda’yı kapsayan rotası olan otobüs firmaları varmış. İndi-bindi (hop on – hop off) mantığıyla çalışıyorlar. Varılan noktadaki ilk gece bir gecelik kalacak yer garantisi, ücretli etkinliklerde indirimler ve lojistik kolaylığı sağlıyorlar. İlk karşıma çıkan firma Kiwi Experience oldu. (Yeni Zelanda’da tanıştığım kişilerden Stray firmasının da olduğunu öğrendim. Stray biraz daha pahalı ve yaş grubu genelde daha yüksekmiş. Buna pek katılmıyorum, çünkü grupta olanlar rastgele insanlar ve her iki firmada da hoşlaş(may)acağınız kişiler olabilir. Bu tamamen şans meselesi! Sevgili Okur, gideceksen bu iki firma da aklında olsun diye ahanda yazdım.) Kiwi Experience’in rotalarını, fiyatını, ve haritalarını beğenmemle aramam son bulmuş oldu.

Kiwi Experience’den indirimde ve en kapsamlı rota olması nedeniyle The Whole Kit Caboodle pass’ini aldım. Sağdaki resimde görünen yerleri Milford Sound (hava mualefeti nedeniyle), Deep South (kalkış çizelgesi Queenstown’a varışla kesiştiğinden) ve Kaikoura dışında gezdim. Eylül ayı turizm açısından yoğun bir sezon olmadığından otobüslerde yarı yarıya bir doluluk vardı ve kalacak yer imkanı çoktu. O nedenle pass’ın esnekliğinden epeyce faydalandım.

Kiwi pass nasıl çalışıyor?

Pass’ı aldıktan sonra Kiwi Experience’in uygulamasını indirdim. Uygulama oldukça kullanışlı. Rotadaki her noktanın kalkış/varış detayları, ücretli ve ücretsiz etkinlik listesi, anlaşmalı kalınacak yerin ücreti ve detayları mevcut uygulamada. İnteraktif haritasından kendi programımı yaptım ve firmaya e-posta gönderdim. Onlarda benim için belirttiğim tarih ve yerlerde yerimi ayırdılar. Pass’a dahil olan sadece ulaşım. Her gün sürücü rehber o günün programından bahsedip kalacak yer ve ücretli etkinlikler için formları gezdiriyor. Böyle olması epey hoşuma gitti, çünkü o günkü enerjime göre etkinliklere katıldım ya da kalma opsiyonun beğenmediysem başka bir yer ayarladım.

Kuzey Ada

Haritadaki her yeri tek tek anlatmayacağım bu yazıda, sadece görülmesi gereken yerlerden bahsedeceğim. Kuzey Ada’yı büyük bir Hobbitland olarak hayal edebilirsin. Minik yeşil tepecikler ve üzerlerinde koyunların olduğu bir manzara hakim. En kuzeyde İngilizlerin Yeni Zelanda halkı Maoriler ile kandırmacalı bir anlaşma yaptığı Waitangi Treaty Grounds Yeni Zelanda’yı ve tarihini anlamak için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Bu müzede Maorilerin kauri ağacından yaptığı uzun savaş kayıklarından birine Lady Diana‘nın ilk kadın olarak bindiğini öğrendim. Maori halkına göre savaş erkek işiymiş. Yeni Zelanda’nın güzelliklerinden biri de Maori halkının inanışları ve efsaneleri ile bezeli olmasında. Adanın en kuzeyi olan Cape Reinga‘dan ölülerin ruhların ayrıldığına inanırlarmış. Yeni Zelanda’nın ünlü Hollandalı kaşifi Abel Tasman bu noktanın çok yakınındaki başka bir buruna eşinin adını vermiş: Cape Maria van Diemen. Düşünsene Sevgili Okur, adamın 1600’lerde adayı keşfetmesi kaç gün sürmüştür bir de eşinin adını verip Hollanda’ya gelip bu hediyeyi haber vermesi ne kadar uzun sürmüştür. Sabır bu olsa gerek.

Kuzey Ada’nın bir başka merak ettiğim noktası Waitomo‘daki glowworm ile dolu olan mağaralardı. Yıldız gibi mağara tavanını kaplayan bu ateş böceği gibi yanan kurtçukları ilk kez gördüm ve çok etkilendim. Karanlık mağara tavanındaki bu kurtçuklar ve gece gördüğümüz yıldızların aynı etkiyi veriyor olması sanki izafiyet teorisinin başka bir örneğiymiş gibi geldi. Kuzey Ada’nın bonusu ise doğusundaki Hot Water Beach oldu. Akşam su çekildikten sonra kumsala gittik, oturacağımız bir şekilde minik bir havuz yapıp içinin yerden çıkan sıcak su ile dolmasını bekledik. O soğuk havada kumsalda sıcak suyun içinde mayolarımızla mehtabı izlemek rüya gibiydi.

Güney Ada

Ah Güney Ada ah! Kalbim sende hala… Sanki hayatımda ilk kez dağ görmüş gibi vuruldum güney adanın dağlarına. Dağlar ne çok yüksek ne çok alçak. Üzerlerinde yarıya kadar pudra şekeri serpilmiş gibi duran karlar. Güney Ada’yı anlatmaya kelimelerim yetmeyecek gibi. Queenstown‘da bol bol hiking yapmalı, Wanaka‘da Roys Peak‘e çıkıp dönüşünde göl kenarındaki meşhur ağaçla dans etmeli, Franz Josef‘te paraya kıyıp helikopterli buzul yuruyusune katilmali, batı sahilindeki yolun keyfini Big Little Lies’in acilis sarkisi Michael Kiwanuka – Cold Little Heart ile cikarmali ve Putai‘de pancake gibi ust uste istifli gibi duran kayalarin oradaki kafede mutlaka pancake yemeli, Lake Tekapo‘da Lord of The Rings manzaralasinda elf gibi hissederek yuruyup gece ciplak gozle samanyolunu izlemeli, kücük bir kasaba olan Glenorchy‘de Gandalf’in ruhuna bir fatihayi esirgememeli… Kisaca dunyadaki bu cennet kosesinin her yerini icine cekmeli… Yazimin girisine bir ironi yapayim da icimde kalmasin Sevgili Okur :) O beni kaza sonrasi birakan kisiyle Roys Peak tepesinde evlenmek gibi bir hayalim vardi. Herkesten cok uzak ve iki sevenin bir birine yetecegi genclik yanilsamalariyla boyle bir hayal kurmustum. Kim bilebilirdi Yeni Zelanda’ya baska bir yoldan varacagimi? Hayaller hayatlar…

Ben Lomond, Queenstown

Notlar:

  • Bütçe: Çok çok pahalı bir ülke. Ulaşım, kalacak yer, yemek, aktivite derken günde ortalama 100 Euro rahatlıkla harcanıyor. Ülkenin en önemli gelir kaynakları hayvancılık ve turizm. Uzakta olması da turistlere zaten bir kere geldik ne varsa görelim yapalım kafasıyla bu paraları rahatlıkla harcatmakta.
  • Süre: Ülkeyi boydan boya gezmek için en az 1 ay gerekli.
  • Konaklama: Genellikle YHA hostelinde kaldım. Hem temiz, hem mutfak düzeni çok iyi hem de tek yataklı odaları var. Yöre insanı ile tanışmak ve çamaşır molaları için de haftada bir Airbnb’de kalmak çok iyi geldi.
  • Yemek: Maalesef gastronomi yönünden çok çok zayıf. Büyük şehirler Auckland, Wellington ve Queenstown dışında yemek konusunda çok bir şey beklenmemeli. Kahve konusunda da tam bir hayal kırıklığı. Wanaka’da gozleme yapan Big Fig en begendigim mekandi. Cenk Sonmezsoy’un kitabina dunyanin bir ucunda rastladigima mutlu oldum.
  • Havaalanı: Avusturalya’ya gitmedim ama televizyonda Border Security diye bir program izlemiştim. Güvenlik çok sıkı aramalardan sonra ülkeye girişe izin veriyordu. Yeni Zelanda’ya girişimde buna benzer bir tecrübe yaşadım. Verilen giriş beyan formunda hiking botlarımdaki çamurdan abur cuburlarımın içeriğine kadar detayli sorular vardi.

COVID19 salgını nedeniyle eve kapandığımız şu günlerde iyi ki her fırsatta gezebilmiş olduğuma şükredip bir yandan da en yakın zamanda yeni maceralara yelken açabilmeyi ümit ediyorum.

Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinnewzealand etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Eylül 2019
(Amsterdam, Ocak 2021)

Not: Sağlık durumum çok şükür iyi, kasımdaki kontrolüm temiz çıktı. Zorlu süreçte başta Seda olmak üzere bana destek olan herkese çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız ❤️

2 Yorum

The Dark Hedges

Dublin seyahatim biraz farklı başladı. Sanki biraz da bir yönümü anlatan bir hikaye oldu Sevgili Okur.

(Sakın nasıl diye sorma!) Bir şekilde İrlanda’nın Schengen bölgesinde olduğuna inanmışım. O kadar emindim ki önüme çıkan sinyallerin hiçbirinden kıllanmadım bile. Havaalanındayken gittim doğruca Schengen uçaklarının olduğu kapıya. Biniş kartımdaki barkodu okuttuğumda yanlış yerde olduğum uyarısını aldım. “Schiphol’de inşaat var, ondan zağar.” dedim ve üst katta Schengen bölgesi dışına uçan uçakların kalktığı kapıya gittim. Bu yüzden de pasaportumun damgalanmasını yadırgamadım. Uçağımın olduğu kapı İngiltere’ye giden uçakların olduğu yerdeydi (çok ilginç). Hostes pasaportuma bakarken bir yandan beni business class’a aldıkları için yeni biniş kartı basmaya çalışıyor bir yandan pasaportumda hararetle İrlanda vizesi arıyordu. İnancım o kadar güçlü ki kadına gayet normal bir tonda çalışma iznim olduğu için Schengen bölgesinde vizeye ihtiyacım olmadığını ve neden pasaportumda vize aradığını sordum. Bu soğukkanlılık ve inançla hostes ikna olmuş olacak ki geçmeme izin verdi. Aslında bu da ikinci sinyaldi. Business class’da mutlu mutlu yolculuk ettikten sonra Dublin’e vardık. Pasaport kontrolünü görünce “Acaba mı?” diye internetten dur bakayım demeden sıra bana geldi. Paşa paşa görevli memureye pasaportumu verirken “İrlanda Schengen bölgesinde değil mi?” diye sordum rahatça. Korku ya da heyecan hiç yoktu. Bu da aymam için üçüncü sinyaldi. Çekirge üçüncü kez zıplayabilecek miydi acaba? Meraklıydım. Hiç bu duruma gelmemiştim ve vizesiz bir ülkenin sınırında ne yaparlardı hiç fikrim yoktu. Amerika’da ya da Almanya’da aynı duruma düşsem yusuf yusuf olurdum her halde. İrlandalı görevli polis memuresi bana bir dahaki sefere İrlanda’ya girişte vize almam şartıyla pasaportuma bir uyarı mühürü basarak İrlanda’ya giriş izni verdi. Biletimin ve pasaportumun fotokopisini çekmek için de çok kibarca izin istedi. Misafirpervelik buydu işte! Altı üstü bir kaç gün kalacak bir turisttim. Ne gerek vardı işleri zorlaştırmaya? Daha sonra konuştuğum göçmen bir taksici de İrlandalıların yardımsever ve arkadaş canlısı olduklarını kendi dile getirdi. Halbuki burnu havadaki İngilizler’e bu kadar yakın ama karakter olarak zıt bir millet. Hoşuma gitti. Bu yüzden İngiltere Nişantaşı ise İrlanda benim için Karaköy oldu :) Daha sonra Game of Thrones çekimlerinin yapıldığı Dark Hedges’i görmek için Kuzey İrlanda’ya da hali hazırda vizesiz İrlanda’da olduğumdan kaçak girmiş oldum. Bu da ayrı keyifliydi, yüzümdeki gülümseme bitmediğinden yanaklarımın acıdı o derece. Bu değişik girişten sonra Dublin gezim havanın da güzel olmasıyla epey keyifli geçti. Evlerin kapıları, Trinity College’ın kütüphanesi (Jedi Library), pub kültürü, çiçeklenmiş kiraz ağaçları, doğası aklımda kalanlardan. Kötü de olmadı :)

Güçlü bir inanışla ve bir an bile bir yanlışlık olma ihtimalini düşünmeden vize falan demeden girebildim İrlanda’ya. Peki bir şeye bu kadar güçlü inanmak ne kadar doğru? Neden önüme çıkan sinyallere ihtimal bile vermedim? Bu kadar güçlü bir inanç beni yanlış yerlere sürükler mi(ydi)? Bu soruları hala düşünüyorum. Belki babamın baskısından kurtulup tek başıma geldiğim bu noktada kişiliğimin ve bu inancımın payı büyük. Baskın bir kültürde yalnız yaşamak ve çalışmak sanırım böyle durmazsam olmazdı. Ama bazen de çok mu zorluyorum? Bir yerde vazgeçmeli miyim? Sen ne dersin Sevgili Okur?

Bonus: Dublin gezimden sonra The New York Times’da “Gerçekler neden fikrimizi değiştirmez?” başlıklı makaleye denk geldim iyi mi?

Diğer fotoğraflar için instagram’dan #visneindublin ve #visneineireland etiketlerine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Nisan 2017
(Amsterdam, Mayıs 2017)

9 Yorum

Soğuk ve kısa kış günlerinde Hollanda’da olmayı sevmiyorum. Bir de üstüne X-mas tatilinin verdiği ıssızlık. Pek çekilesi değil. Geçen sene aralıkta iş seyahatiminin devamına Kamboçya ve Tayland gezisi çok iyi gelmişti. Bu sene de Delta Airlines’tan kazanmış olduğum hediye bileti kullanarak Kosta Rika‘ya gitmeye karar verdim. Vahşi ormanları ve hayvanlarıyla doğasına doyduğum, volkanlarında bol bol yürüyüş yaptığım, güzel havasının ve uzun kumsallarının iyi geldiği güzel bir tatil oldu. Kemiklerim ve içim ısındı :)

Manuel Antonio

Manuel Antonio

Liberia → La Fortuna

Liberia‘ya varış, başkent San Jose‘den dönüş şeklinde biletimi aldım. İmkanım varsa aynı yerden dönmeyi tercih etmiyorum. Böylelikle hem rota farklılaşıyor hem de uçak bileti daha uygun fiyata mal olabiliyor.

Kosta Rika’yı gezerken seçenekler genelde “volkanik dağ – kumsal – milli park” üçlüsü şeklinde. Lonely Planet’in rehberindeki listeyi de baz alarak bu üçlüden hangilerini gezeceğimi kabaca kafamda belirledim. Amsterdam’dan uçağa binmeden önce sadece ilk iki akşam nerede kalacağımı biliyordum. İlk durak: La Fortuna! Kosta Rika’da genelde en fazla 2 gün sonrasını planlayarak seyahat ettim.

Başlayacağım noktayı belirledikten sonra sıra oraya hangi araçla nasıl gideceğimi bulmaktaydı. Şehirlerarası halk otobüsleriyle ilgili bilgileri buldum ama otobüs terminali ve duraklarını oralı olmayanların bulması çok da kolay değil. Bu yüzden uçaktan inince yeni vardığım bir yerde otobüsleri bulmakla zaman kaybetmek istemedim. “Shared shuttle” diye geçen bildiğimiz servisler 50$ civarı ve hızlı bir seçenek. Interbus firması ile çok rahat bir yolculukla La Fortuna’ya vardım. Yolda bir lokantada yemek molası verdik. Burası “casado” yediğim ilk durak oldu. Casado bizim pilav, salata, et tabağına çok benziyor. Sadece siyah fasulye ve Türk mutfağında çok kullanılmayan kişniş (coriander – hiç sevmem!) farklıydı. Kişnişleri salatadan ayıklasam da Kosta Rika’da böyle sağlıklı bir yemek seçeneğimin olmasına çok sevindim. La Fortuna’ya varmadan Arenal Gölü’ne de tepeden baktık bir.

Bir volkan patlaması sonucu lavlardan yara almadan kurtulduğu için La Fortuna adını almış bu şehir. Ben şehir kadar şanslı olamadım ve yağmurdan buluttan Arenal Volcano‘yu ucundan bile göremedim. Arenal Volcano’nun fotoğraflarının sadece senede 1 günde çekilmiş olduğundan şüpheleniyorum. İşin aslı yağmur ormanı (rainforest) konseptiyle ilk kez tanışmış oldum.

La Fortuna, Kosta Rika’da gezdiğim yerler içinde en pahalı olanıydı. Orada öğrendiğime göre Arenal bölgesi en çok turist alan bölgeymiş ve bu turistlerin çoğu Amerikalı. Tanzanya ve Kosta Rika’daki tecrübelerimden sonra Amerikalı turistlerin sıkça gittikleri yerlere gitmemeye karar verdim. Bir fiyatlar alıp başını gidiyor, iki yöresel şeylerden çok Amerikalılara hitap eden menüler ve ürünler satılıyor. Bu yüzden yerel güzellikleri keşfetmek zorlaşıyor.

İki volkan turu denen tura katıldım burada. Ömrümün en ıslak turu olsa da gruptaki arkadaşlarla çok eğlendik. Islanmanın kaçınılmaz olduğunu kabul ettikten sonra doğanın tadı başka çıkıyor. Meşhur kırmızı gözlü kermitle de bu turda tanıştık. Zorlu tırmanışlardan sonra günü yerlilerin gittiği termal nehirde keyif yaparak bitirdik. Termal nehirlerin bir çoğu pahalı işletmelere ait. Ekonomik bir tatildeyseniz aklınızda ücretsiz olan bu seçenek de bulunsun. Hostele döndüğümde ilk işim ıslak ve çamurlu giysilerimi ve ayakkabılarımı yıkatmaya vermek oldu.

La Fortuna → Monteverde

La Fortuna’dan Monteverde’ye nasıl giderim diye bakarken Kosta Rika’da internetten araç ya da tur ayarlamanın daha pahalı olabildiğini gördüm. Tuhaf ama Kamboçya’da da aynı sıkıntı vardı. Hostelin önerdiği jeep-boat-jeep ile Arenal Gölü’nden geçerek keyifli, hızlı ve hesaplı bir şekilde Monteverde’ye vardım.

Monteverde çok küçük bir yerleşke ama bir çok aktivite seçeneğine sahip. Burada extreme park konseptini ilk kez deneyimledim. Adrenalin seven biri olarak halatların üzerinde kaymak harika bir duygu. Zip line dışında Tarzan ve Superman gibi daha fazla adrenalin salgılatan halatlar var. Tarzan gibi daldan dala konduğum videoyu altta izleyebilirsiniz. Boşluğa düşmek tuhaftı, o andan sonrası ise yaşadığımı hisseteren bir andı. Superman halatında da kollar iki yana olacak şekilde yüzüstü uçtuk sayılır. Yeni heyecanlar yaşamak güzel her daim.

Monteverde Cloud Forest ise keyifli bir orman, hem bulutların üzerindesiniz hem de yağmur ormanının içlerinde. Monteverde’de merkezden kalkan halk otobüsleriyle bir saatte ulaşımı kolay bir milli park. Biz rehber tutmadık ama tutarsanız “quetzal adlı harika kuşu burada görme şansınız olur. Bu parkta Türkiye’den yaşlı birçiftle karşılaştım ve o yaştaki gezgin ruhlarına hayran kaldım.

Kosta Rika’da doğayı gündüz gözüyle görmek kadar gece gözüyle görmek ilgi çekici. Gece avlanan hayvanları, dakikalar sürse de bebişiyle çişe inen tembelhayvanı (sloth), ağaçlarda tünemiş minik minik renkli kuşları görmek ilk başta biraz zor olsa da belli bir zaman sonra hem kolay hem de çok keyifli oldu. Monteverde’de Kinkajou‘nun gece turundan pek memnun kaldım. Monteverde Cloud Forest’ın gece turu olmasına rağmen farklı bir bölgeyi daha keşfetmek için Kinkajou’yu tercih ettim.

Kosta Rika gezimin geri kalan kısımlarını en yakın zamanda bitirip burada sizlerle paylaşmak istiyorum, umarım çok gecikmez :)

Vişne Kiraz
Amsterdam Şubat 2016

Kosta Rika rotam

Yorum bırakın

Ağustos ayında İsviçre Alpleri’nde geçirdiğim yamaç paraşütü kazasından sonra ilk macera durağım oldu İzlanda (kazanın detaylarını bir ara anlatırım sizlere). Doğası harika bu güzel ülkeyi ne zamandır görmek istiyordum, kısmet kazayı ucuz atlatmayı ve hemen hemen sağlığıma yeniden kavuşmayı kutlamadaymış :)

Seljalandsfoss

Blue Lagoon (Varış)

Havaalanına indikten hemen sonra soluğu Blue Lagoon‘da aldım. Araştırmalarım sonucu Blue Lagoon’a uğramanın havaalanından dönerken ya da havaalanına giderken uygun olduğunu öğrendim. Blue Lagoon, Keflavík Havaalanı‘na çok yakın. Reykjavík‘de kalıyorsanız sırf buraya gelmek için 1 saatlik yol katetmenize gerek yok, e bir de bunun dönüşü var tabii. Bu bilgi çok isabetli oldu. Uçaktan inmemle kendimi Blue Lagoon’un sıcak sularına bırakmam yaklaşık yarım saat sürdü :) Ayrıca Blue Lagoon için fazladan zaman ayırmama gerek kalmadı.

İzlanda Kuzey Amerika ve Avrasya fay hatlarının tam üstünde yer aldığı için tektonik hareketlerin fazlaca yaşandığı aktif bir bölge. Bunun nimetlerinden biri de kaplıcalar ve jeotermal santraller. Gezerken yerden yükselen dumanların buhar olduğuna alışmak biraz zaman alıyor. Aslında bu sıcak suların keyfi nehir yatağına karışan doğal bir yerde çıkardı ama keşif için araba ve biraz daha fazla zaman gerekiyordu. Tek başıma olduğum ve araba ayarlamadığım için İzlanda keşif gezimde (bir daha gitmeli, belki beyaz gecelerde kiralık araba ile gezip kamp yaparak) Blue Lagoon ile yetindim diyelim.

Türkiye’deki bir çok kaplıca kapalı ortamda hizmet verdiği için kükürt kokusu bir yerden sonra insanı yorabiliyor. Blue Lagoon’un açık havada olması, temiz hava ve güneşle birleşince harika bir atmosfer oluşturmuş. Bir yandan sıcaktan bunalmıyorsunuz, bir yandan da kemikleriniz (hele benim gibi kaza sonrası çatlamış omurunuz varsa) bayram ediyor. Aşağıdaki videoda mayışmaktan nasıl cümleleri toparlayamadığımı izleyebilirsiniz. Küçükken anne ve babamın kardeşimle beni zorla götürdüğü kaplıca konseptini şimdi seviyor olmam sanırım yaşlanma belirtisi :)

Tesis temizlik ve servis konusunda çok başarılı. Fiyat tarifesine ve sunulan hizmetlere buradan erişebilrisiniz. Blue Lagoon’dayken ücretsiz kil istasyonlarına uğrayıp yüzünüze maske yapmayı (nasıl sonuç vereceğini kimse asla tahmin edemez ;) ) ve havuzun yanındaki bardan soğuk bir şeyler içmeyi sakın ihmal etmeyin.

Golden Circle (1. gün)

İzlanda gezimi planlarken yaşadığım en büyük sıkıntılar yer adlarını kolayca çıkaramamak ve turların nereleri kapsadığını anlayamamak oldu. Hangi turda nereler var? O turla bu turun farkı ne? Kesişiyorlar mı? İzlanda alfabesindeki harfin Latin alfabesindeki karşılı nedir? Bu nedenle katıldığım turlarda nereleri ziyaret ettiğimi tek tek not aldım, size de faydalı olur umarım. Haritamda Google Maps’ten bulabildiğim kadar yerlerini  de işaretledim. Görünen o ki 4 günde adanın sadece güney batı kısmını gezebilmişim.

Golden Circle‘ın en temel turlardan biri olduğunu gördüm plan yaparken. İzlanda’nın en büyük jeotermal santrali Hellisheiði‘i ziyaret ederek başladık gezimize. 30 km yol kateten 88-92°C suyun sadece 2°C kayıpla evlere ulaşması böyle soğuk bir ülkede oldukça etkileyici. Sıcak su ayrıca yer altına döşenen sistemlerle kaldırımlardaki ve yollardaki karın ve buzun temizlenmesi için kullanılmakta. Kar küremekle uğraşmıyor İzlandalılar :)

Kerið Krateri küçük ama oldukça güzel bir krater. Yukarıdan etrafını dolaştıktan sonra aşağıya gölün kenarına indim. Bu kadar sadelikte bir doğa parçasının beni ne kadar etkilediğine şahit oldum. Aşağısı sessiz ve gölün kenarında bir bank var. Bir müddet oturup manzaraya bakmak iyi geldi.

Faxi Şelalesi (Vatnsleysufoss), Gullfoss‘un devamında yer alan küçük sevimli bir şelale. İzlanda’da jeotermal enerji yaygın olduğu için şelaleler hidroelektrik santraller için kullanılmamakta. Bu nedenle şelaleri her daim doğal akışında görebilmek mümkün. İzlandaca’da yer adları genelde yeryüzü şeklinin adını da içinde barındırmakta. Bu ipucundan sonra biraz önce yazdığım iki şelale adından “foss” kelimesinin şelale olduğunu çıkarmak kolay. Aynı şekilde meşhur Eyjafjallajökull’deki jökull – buzul, başkent Reykjavík gibi bir çok şehir isminde geçen vík – koy demek. Bu bilgi, Vikinglerin adının “koydan gelen” olduğunu öğrenmek ya da plan yaparken gitmek istediğiniz yerin isminden ne tür bir yer göreceğinizi anlamak açısından faydalı olabilir.

Gullfoss‘un bire bir çevirisi Altın Şelale imiş. Bu turun adındaki altın kelimesinin bu şelaleden geldiği söylenmekte. Gullfoss, büyüklüğü ve gücüyle heybetli bir şelale. Brezilya – Arjantin sınırındaki Iguazu ve Kanada – Amerika sınırındaki Niagara şelalelerinden sonra gördüğüm büyük şelalerden biri oldu Altın Şelale. Yukarıdan ve vadiden yürüyerek yakınından görebilmek mümkün.

Gullfoss

Golden Circle’ın en ilginç durağı Hvítá Nehri üzerindeki Strokkur Jeotermal Bölgesi. Ne zaman patlayacağını kestiremediğim bir bombayı andıran Geysir‘ı izlemek, bölgede yürürken her yerden film setindeymişim gibi yükselen buharları görmek, “Aman suya dokunmayın!” ikaz tabelalarına tanık olmak benim için ilkti. Patagonia‘da ilk kez gördüğüm buzullar gibi bundan sonra her gördüğüm “geyser” için referans noktam olacak İzlanda.

Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı turumuzun son noktasıydı. Berrak ve soğuk nehirlerin geçtiği, su şişemi direkt nehirden doldurabildiğim, kocaman alabalıkların korkusuzca yüzdüğü, Avrasya’dan Kuzey Amerika’ya yürüyebildiğim bir parktı burası. Bir daha İzlanda’ya gelirsem daha çok zaman geçirmek istediğim yerlerden biri kesinlikle bu park. Belki de kamp yaparım burada, belli mi olur? :)

Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı

Golden Circle Rotası – 1.  Hellisheiði Jeotermal Santrali  2. Kerið (Kerid, Kerith) Krateri  3. Faxi (Vatnsleysufoss) Şelalesi  4. Strokkur ve Geysir  5. Gullfoss  6. Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı

(Bu tura Sterna Travel ile katıldım. Turun küçük gruplar halinde olması ve rehberin kendi hayatından yöre ile ilgili örnekler vermesi iyiydi, fakat rehberin bilgisinin kısıtlı olması ve zamanı çok iyi yönetememesi biraz sıkıntılıydı.)

Aurora Borealis rüyası

Aurora Borealis – İzlanda

Bu rüya öyle gerçekleşmesi kolay bir rüya değil. Şartların oluşması kadar sizin sabrınıza da çok bağlı. Bütün gününüzü İzlanda’nın doğasını keşifle geçirdikten sonra odanıza gelip, yemek yiyip duş alıp gecenin köründe yine yollara düşmek ve soğukta bir mucizenin gerçekleşmesini ve buna şahit olmayı beklemek hayatımızda olmasını istediğimiz her güzel şey gibi tabii ki emek istiyor. Hele bir de göremeden döndüğünüzde hayal kırıklığı ile o gece geç yatmak ertesi günkü planlarınız için erken kalkmanızı zorlaştırmakta. Azmederseniz kuzey ışıklarını görene kadar yaşanacak bir döngü bu.

İlk akşam Blue Lagoon’dan döndükten sonra çıktığım turda kuzey ışıklarını göremedim. Gece 1.30’da odama geldim, sabah 7.30’da Golden Circle turuna katılmak üzere hemen yattım. Ertesi gece yani 2. gece odamda hazırlanırken zorlandım biraz. “Umarım bu akşam görürüm!” diye dua ettim. Çünkü kısıtlı bir zaman diliminde bu mucizeyi görmeye bu kadar yakınken evime dönene kadar bunu deneyeceğimi ve her seferinde iyice zorlaşacağının farkındaydım. Çok şükür 2. gece çıktığımda dolunaya rağmen kuzey ışıklarını Aurora Borealis‘i bir diğer deyişle Northern Lights‘ı görme şansına sahip oldum. Gökyüzünde dans eden yeşil ışıkların altında hayal kurmak güzeldi. Başta tam anlayamasam da gözlerim alıştıkça artık nerede dans ettiklerini yakalayabilmeye başladım. Gecenin köründe o soğuğu hiç hissetmedim. Yeni bir şey keşfedince/görünce duyduğum mutluluk/heyecan beni sıcak tutuyordu. İnsanın hayallerinin gerçek olması ne güzel :) Odama gelip başımı yastığıma koyduğumda yüzümde hala kocaman bir tebessüm vardı.

O gece karşıma çıkan kuzey ışıkları – İzlanda

Benim gibi Amsterdam’da expat olarak yaşayan The Kitchen Crashers‘ın bloguna denk geldiğimde kuzey ışıklarını görmüş bu şanslı çiftin İzlanda’ya ekim ayının ikinci haftası gitmiş olduğunu öğrenmem benim de İzlanda tatilimi aynı zamana denk getirmemde etkili oldu. Kuzey ışıklarını görmek için gökyüzünde aktivite olması kadar gökyüzünün bulutsuz olması da çok önemli. Gecelerin uzamaya başladığı ağustos ayının sonundan marta kadar kuzey ışıkları gerekli koşullar oluşursa görülebilmekte. Eylül ve ekim aylarının şanslı olduğu söylenmekte.

Batı İzlanda kıyıları: Snæfellsnes (2. gün)

Snæfellsnes Yarımadası minik kasabalardan ve değişik kaya formlarının yer aldığı muhteşem kıyılardan oluşmakta genel olarak. Yaz mevsimi bittiği için puffin göremedim ama suda zıplaya zıplaya karaya doğru çılgınca yüzen bir fok balığını izledim Ytri Tunga kıyısında. Arnarstapi‘de yöresel bir lokantada mola verdik. İzlandalı bir teyzenin işlettiği bu lokantada içtiğim kuzu etli çorba kjötsúpa, İzlanda’da kaldığım süre zarfında içtiğim en lezzetli kjötsúpa idi.

Lóndrangar Kıyıları‘nda volkanik kayaların her biri adeta bir heykeli andırıyordu. Djúpalónssandur Sahili büyüklüğü, gri siyah tonları ve sessizliğiyle güney kıyılarındaki Dyrhólaey Sahili kadar olmasa da başka bir gezegende hissettirdi kendimi. Zaten İzlanda’nın dünyaya hiç de ait olmayan bir havası var. Bu sahilde karaya oturmuş bir gemi enkazı mevcut. Biraz ilerisinde de eskiden birinin balıkçı olup olmayacağını sınadıkları ağır taşlar var. Eğer kişi 54 kilo olan taşı kaldıramazsa balıkçı olamazmış.

Günün sonuna doğru yarımadanın kuzeyindeki Kirkjufell Dağı‘na şöyle uzaktan bir baktık. Bu dağın lava katmalarından oluşan ilginç bir yapısı ve şekli var. Bu yarımadanın en karakteristik yeryüzü şekli olabilir karizmatik duruşuyla.

Kirkjufell Dağı – İzlanda

Son olarak The Secret Life of Walter Mitty (2013) filminde Grönland’da geçen helikopter sahnesinin çekildiği kasaba Stykkishólmur‘da (Himalayalar kısmı da İzlanda’da çekilmiş) limanın etrafından dolaşıp tepedeki deniz fenerine çıktım, kasabanın caddelerinde yürüyerek renkli İzlanda evlerinin fotoğraflarını çektim. Bu arada kaldığım hostelde Çinli bir gencin Walter Mitty’den esinlenip İzlanda’ya geldiğini öğrendim. İnternetten araştırmış, bir çiftlikte kalacak yer ve yemek karşılığı gönüllü bir iş bulmuş. Filmi ben de beğenmiştim, özellikle İzlandalı Of Monsters and Men grubunun şarkılarının kullanıldığı kısımlar İzlanda’nın nefes kesen manzarasıyla bütünleşince beni zaten gitmek istediğim İzlanda için epey gaza getirmişti, ama bu Çinli arkadaş kadar gözümü karartmamıştım. Bir müddet kalıp çok pahalı İzlanda’yı gezmek için güzel bir yol bulmuş kendisine. İnsanın hayallerini gerçekleştirmek için içinde bulunduğu kısıtlamalardan çıkıp kendine çözüm yolu bulması takdir edilesi.

Snæfellsnes Rotası – 1. Gerðuberg (Gerduberg)  2. Ytri Tunga Sahili  3. Arnarstapi Köyü  4. Lóndrangar Kıyıları  5. Djúpalónssandur Sahili 6. Kirkjufell Dağı  7. Stykkishólmur

Batı İzlanda ile ilgili detaylı bilgiye bu broşürden erişebilirsiniz.

(Bu tura Reykjavík Excursions ile katıldım. Bu tur sadece çarşamba ve cumartesi günleri düzenlenmekte. Rehberimiz bölge konusunda çok bilgiliydi.  Reykjavík Excursions ülkedeki en büyük tur şirketlerinden biri ve bu yüzden düzenlediği turlar büyük gruplar halinde oluyor. Küçük grupla gezmeyi daha çok sevdiğim için Snæfellsnes Yarımadası’na bu şirketle değil Iceland Horizon ile gitmek istemiştim. İstediğim şirketin turunda yer kalmadığı için mecburen Reykjavík Excursions ile gittim. Beklediğimden oldukça iyiydi. Büyük şirket olması son dakika yer bulmamı kolaylaştırdı.)

Yöre insanıyla yürüyüş (3. gün)

Lonely Planet’i karıştırırken gözüme Útivist adlı tur şirketi çarptı. Bu şirketin İzlanda’nın farklı bölgelerine yürüyüşler (hiking) düzenlediği ve genellikle İzlandalılar’ın katıldığı yazıyordu. Önceki yazılarımda bahsetmişimdir belki, gezmeye başladıktan bir müddet sonra turist olarak görülecek yerler kadar gittiğim yerlerdeki günlük hayatlar da ilgimi çekmeye başladı. Bu nedenle gittiğim yerde yaşayan arkadaşım varsa önceden haberleşip en azından birlikte bir yerlerde otutup bir şeyler içmeyi teklif ederim. Karşıma çıkan oralı insanların hayatlarını daha iyi anlamaya çalışırım. Amsterdam’da yaşamaya başladıktan sonra bunu yapmayı daha çok sever oldum. Çünkü insan paylaştıkça dünyanın neresinde olursa olsun insanların benzer güzellikler, benzer sıkıntılar yaşadığını görüyor. Bu da yalnız olmadığımı görmeme neden olduğu için hoşuma gidiyor. O yüzden bu tura İzlandalılar ile vakit geçirmek için katılmak istedim.

İnternet sitelerinde İngilizce seçeneği olsa da çalışması sıkıntılıydı. Gezilerin olduğu sayfayı Google Chrome’da İzlandaca açtım ve otomatik olarak İngilizce’ye çevrilmiş halinden katılmak istediğim geziye kayıt olmak istedim. İzlanda kimlik numaram olmadığı için formu doldurmayı başaramadım. Bir kaç yazışmadan sonra e-posta aracılığıyla kaydımı yaptırdım.

Otobüs terminalinde buluşup Vogar’a doğru hareket ettik. Vogar‘dan başlayıp Grindavík‘e kadar 15 kilometre yürüdük. İzlanda millî müzesinde bir sene çalışacak olan Danimarkalı, İzlanda’da bir sene dadılık yapacak Amerikalı ve bendeniz bu yerel yürüyüşe katılmış 3 yabancıydık. 10 İzlandalı ile güzel bir gün geçirdik. 6 saat süren yürüyüş boyunca bir çok şeyden konuştuk. Yürüdüğümüz güzergah İzlanda’ya 1700’lerde yerleşenler tarafından sıkça kullanılırmış. Lava bölgesinde olan bu yolda kayalardan başka pek bir şey yok. Ama ilginç olan bu kayaların üzerinde yıllardır yürüyen ya da atla geçen insanların oluşturduğu oyuklar. Kayanın üzerine basa basa şeklinin değişebileceğini hiç düşünmemiştim. Kahve molalarında İzlandalılar’ın ikramları bizi mutlu etti. Ayrıca bir “berry” çeşidi daha öğrenmiş oldum: crowberry! Kaya parçalarının üzerini kaplayan kısacık iğne yapraklı bitkinin meyvesi ölü görünen bu topraklarda alışkın olmadığım bir hayat olduğunun kanıtıydı.

Yürüyüşün sonunda İzlandalılar kendilerini İzlanda’ya özgü dondurma yiyerek ödüllendirdiler :)

South Shore (4. gün)

Bu geziye başlamak için yaklaşık 2 saat yol katetmek gerekti. Haritadaki kadar küçük olmadığını gezince daha iyi anladım. Ülkenin ıssızlığını ve boşluğunu hayal edebilmeniz için şu bilgiyi vereyim: İzlanda yaklaşık 100.000  km2 ve nüfusu 300.000. Yani 1 km2‘ye 3 kişi düşmekte.

Bu turda Eyjafjallajökull‘un eteklerinde yaşayan, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir ailenin Avrupa hava trafiğini kitleyen meşhur patlama öncesi ve sonrası hayatlarını anlatan belgeselin gösterildiği ziyaretçi merkezi görülmeye değer.

Seljalandsfoss’un arkasında

İzlanda’da volkanik toprakta ağaç yok (zaten gördüğümüz ağaçlar İzlanda’ya sonradan getirilmiş, aynı şekilde koyunlar ve atlar gibi). Kendine has çoraklığı olan bu topraklarda birden tepenin üzerinden fışkıran şelaleleri görmek olağanüstü bir duygu. Belki kocaman değiller ama her yerden karşıma çıkmaları harika! Skógafoss‘u yanına kadar yürüyebildiğim için, Seljalandsfoss‘u da arkasından dolaşabildiğim için çok beğendim.

Dyrhólaey Sahili, İzlanda’daki en tehlikeli sahillerden biri. Güçlü ters akıntılar yüzünden bir çok balıkçı hayatını kaybetmiş burada. Hatta kamp yapacaklar için bu bölgede gecelemenin yasak olduğuna dair tabelalar bulunmakta. Siyah kocaman kumsal masmavi okyanusla alışık olmadığım iki rengi bir araya getirmişti. Epey ileride karşımdaki yamaçta dinamik rüzgarda yelken uçuşu yapan iki yamaç paraşütü gördüm. Bir dahaki ziyaretime uçacağım yeri de gözlerimle görmüş oldum böylelikle.

İzlanda’da buzulları ayrıca görmek istemesem de turun bir parçası olduğu için Sólheimajökull buzuluna uğradık. İlginizi çekiyorsa buzulların üzerinde yürümek için özel turlar mevcut. Buzullar üzerlerindeki küller yüzünden Patagonia’dakiler kadar etkilemedi beni. Vikingler’in buzulların üzerindeki karartıları görüp hayalet gördüklerini sanmaları üzerine etrafta dolaşan hikayeler varmış. Sonuçta elflere ve hayaletlere inananlarla dolu bir ülke İzlanda, normal :)

South Shore Rotası – 1. Eyjafjallajökull Ziyaret Merkezi  2. Skógafoss  3. Dyrhólaey Sahili  4. Vík Kasabası  5. Sólheimajökull Buzulu (glacier)  6. Seljalandsfoss

(Bu tura Iceland Horizon ile katıldım. Tripadvisor’da okuduğum iyi yorumlar ve uygun fiyatlar beni bu şirkete yönlendirdi ama gitmeden 1 hafta önce  yazışmama rağmen sadece South Shore gezisinde yer bulabildim. Şirketin sahibi ve gezimizin rehberi David, İzlanda ve rotamızla ilgili çok güzel bilgiler verdi gezi boyunca. Çok memnun kaldım.)

Aklımda kalan diğer detaylar

  • Japonya’ya pahalı diyenler İzlanda’yı süper ötesi pahalı bulabilir. Japonya gezi yazımda bahsetmiştim Japonya aslında abartıldığı kadar pahalı değil diye. Ama İzlanda gerçekten pahalı. Kamp yapmak, grup halinde gelip araba kiralamak çok çok tasarruflu olur. Elimi neye attıysam pahalıydı. Mümkün olduğunca günlük gezilere sandviç, kuruyemiş ve meyve götürdüm. Akşamları da özel bir yerde yemedikçe hostelin mutfağında yemek yaparak masraflarımı dengelemeye çalıştım.
  • Adadaki tek ucuz şey hatta bedava olan şey su. Hostelde resepsiyondaki görevliye “Çeşme suyu içilebiliyor mu?” diye sordum. “Sularımız buzullardan gelmekte, afiyetle güvenle içebilirsiniz!” cevabını aldım. Hayatımda içme suyuna bu kadar güvenen ve böyle tasvir eden biriyle karşılaşmamıştım.
  • İzlanda doğasıyla harika bir yer ama gezdiğim zaman zarfında sürekli “Adada yaşamak nasıl bir duygudur? Burada yaşabilir miyim?” diye düşündüm. Kışın alacakaranlıkla beraber gelen karanlık ve adanın kısıtlı ve başka şeylere bağlı olması sonsuzluğun içinde bir kafesi çağrıştırdı. Karayipler bile olsa adada yaşama fikri bana sıcak gelmiyor. Güneş görmeden bir adada İzlanda olsa bile yaşayamam sanırım.
  • Kredi kartı hemen hemen her yerde, banka kartı (debit card) ise bir çok yerde geçmekte. Paranızı İzlanda kronuna çevirmenize gerek yok. Belki bahşişler için belli miktar nakit bulundurmak faydalı olabilir.
  • Reykjavík sokaklarında gezerken tam “Hayret! Bir Türk girişimci gelip de burada bir döner dükkanı açmamış.” diyordum ki başkentin en işlek caddesinde Durum diye bir mekan gördüm. Menüsünde döner ve kısır vardı. Merak ettim, içeri girip görevliye sahibinin nereli olduğunu sordum. Adam Türk bayrağını gösterdi. Sahibi dükkanda olsaydı tanışmak isterdim. Hangi rüzgar onu buralara atmıştı acep? Yan dükkanı da Meze diye bir restoran, Türk yemekleri satılmakta.
  • İzlanda’ya WOW Air (sadece yaz aylarında hizmet veriyor) ve Norwegian ile uygun fiyata uçabilirsiniz.
  • Bu video da bana bir dahaki sefere yamaç paraşütümle İzlanda’ya gitmek için hatırlatma notu olsun:

Paragliding Iceland 2014 from Döner Möllensen on Vimeo.

Haydi!

Bu gezi yazımı okuduktan sonra The Secret Life of Walter Mitty (2013)’yi izleyin. Üstüne Of Monsters and Men’in Dirty Paws şarkısını dinleyin tekrar tekrar. İnanıyorum İzlanda planlarınızı öne çekmede etkili olacaktır :)

Sağlımıza ve hayallerimizin gerçekleşmesine! :)

(Vişne Kiraz, Ekim 2014)

Bu yazı 22 Ekim 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.

34 Yorum

Döneli bir hafta oldu ama benim aklım Japonya‘da kaldı. Sanırım gitmeden önce göreceğim güzelliklerden  daha çok karşılacağım  zorluklara odaklanmıştım. Hiç beklediğim gibi olmadı. Dil engelini Japonların nezaketi, saygısı ve yardımseverliği çözüverdi. Yemek konusunda da anlaştık bir şekilde ve bu sayede Türk damak zevkine çok benzeyen Japon yemeklerini keşfettim bu gezimde. Doğası gelenekle birleşince başka güzeldi. Giderken sakurayı ucundan kaçıracağım diye kendimi hazırlamışken son sakurayı yakaladığımızda dünyalar benim oldu. Kendi hayatlarında teknolojiyi çok kullanmasalar da ürettikleri teknolojiden etkilenmemek mümkün değildi. Japonya’daki shinkansen‘lerden (hızlı trenlerden) sonra Avrupadaki trenleri sevebilmemin mümkünatı yok sanırım. Ha bir de pahalılık konusunda Kuzey Avrupa’dan çok farklı değildi. Ada ülkesinde gidip de ananas yemek isterseniz e tabi pahalı olur.

Sakura, Kakunodate/Japonya

Sakura, Kakunodate/Japonya

Miyazaki’nin dünyası

Havaalanından trene binmem ile Miyazaki’nin dünyasında yolculuğum başladı. Trende karşımda oturan maskeli insanlar bana Spirited Away (2001) ‘deki No Face ile olan tren yolculuğunu hatırlattı. Çizgi film çizimlerini anımsatan uyarılar da cabası. Bir tane bile ciddi uyarı levhası göremedim bütün Japonya gezim boyunca.  Tokyo’da istasyonun önündeki kazı çalışmasını çevreleyen bariyerlerin tavşanlı olmasına çok gülmüştüm. Atari sesli anonsları da artık nerede duysam hatırlarım. Yolculuğun ilk durağı Osaka‘da Dōtonbori‘de meşhur takoyakilerin (ahtapot toplarının) satıldığı caddede restoranların giriş kapılarının üzerine yerleştirilmiş kımıl kımıl dev ahtapot maketleri ve cadde boyunca Hello Kitty mağazaları Japonya’da sevimlilik dozunun sınırlarını belirlememize yetti. İlginçtir bugün bir sitede “Japonya’yı sevmemeniz için 67 sebep” diye bir liste gördüm ve her şeyin sevimli olması bu listenin 5. maddesiydi. Beni rahatsız etmedi ama değişik ve eğlendirici olduğu doğru.

Miyazaki'nin dünyası, Osaka, Japonya

Güneşe karşı

Osaka’daki ilk izlenimlerimden biri de kendini mikroptan vs. korumaya meraklı Japonlar’ın güneşle de ilgili bir sıkıntılarının olması oldu. Büyük ihtimalle bu yüzden bütün cadde boyunca uzanan pasajlar (arcade) ya da üstü kapalı caddeler ülke genelinde çok yaygın. Bunların dışına çıkıldığında şemsiye, eldiven, şapka ve fular kullanılıyor. Trenlerin birinde alışveriş katalogunda yüzü gözlerin altından enseyi de kapatacak şekilde satılan fular maske karışımı sanırım bu konuda gördüğüm en aykırı şeydi. Miyazaki’nin yüzsüzünden ninja dünyasına geçiş yakındır.

Kıt’a dur!

Henüz JR ile tanışmamışız, tam iş çıkış saati civarında Osaka’dan Kyoto’ya doğru gitmek üzere trenimizi beklerken hayatımda gördüğüm komutsuz, provasız en muazzam sıra olma şeklini ve o sıranın adeta bir kromozomun ayrılışı gibi kendiliğinden ikiye ayrıldığını gördüm. O anı videoya çekmediğime çok pişmanım. Başka şeyleri bilmem ama nasıl sıra olunur kesin Japonlar’dan öğrenmeli!

IMG_6910

Osaka İstasyonu

Öz Japonya: Kyoto

Burası işte has Japonya. Tapınakları bol, yaşlılara yer verenleri bol, gençlik henüz çok dejenere(!) olmamış, el ele tutuşan çift yok denecek kadar az, doğayla iç içe ama sokakları tabii ki dar ve kablo dolu. Bisikletle ilk gün doğusundan batısına, ikinci gün de kuzeyinden güneyine keşfettik Kyoto’yu. Bisikletler çok yaygın Japonya genelinde ve Kyoto’yu bisikletle gezmek pek keyifli. Günlüğü 500 yenden başlıyor bisiklet kiralarının, akşam sizde kalmasını isterseniz de üstüne 250 yen ödemeniz gerekiyor.

İlk gün ilk durak çok merak ettiğim bambu ormanın bulunduğu Arashiyama bölgesiydi. Bisiklet kiraladığımız yerden yaklaşık 1 saat 15 dakika pedal çevirerek ulaştık buraya. Ters akan trafikte bir elimde GPS bir elimde direksiyon tutmama rağmen kaybolmadan sağ salim vardık buraya. Kyoto’nun dar sokaklarını geçtik boydan boya. Turistik popüler yerlerdense yerellerin yaşadığı mahallelerden geçmek bana hep daha güzel gelir.

Arashiyama’da Tenryuji Tapınağı‘nın arka fonda dağlarla birleşince sonsuzluk havası veren bahçesini (ödünç alınmış manzara deniyormuş buna), bambu ormanını ve Okochisanso‘yu gezdik. Bambu ormanı rengi, ışığı ve sessizliği ile huzur verdi bana. Okochisanso’nun hep sakura zamanı halini hayal ettim. Burada ayrıca koyu kıvamlı yeşil çay olan matcha ikram ediliyor. Çay seromonisinde servis edilen bu çay batıda deneyimlediğimiz yeşil çaydan epey farklı. Köpüğü ve koyuluğuyla çaydan çok smoothie’yi andırıyor ve gerçekten yeşil.

İlk günkü rotamızın en doğu noktasından yavaş yavaş batıya doğru devam ettik. Kyoto’da çok sayıda tapınak var, hepsini gezmek mümkün olmayacağı için bize göre en ilginçlerini gezdik. Yol üstünde ziyaret ettiğimiz tapınaklardan biri olan Ryoanji‘nin Zen felsefesinin doruklarındaki bahçesinden hiçbir şey anlamadım. Tapınağın hemen yanında uzun dar bir dikdörtgen içinde tırmıkla taranmış gibi duran çakılların arasında bir kaç iri kaya vardı. Boş bir vaktimde bu konuda mutlaka bir şeyler okumalıyım, çünkü dakikalarca bunu seyreden kitlenin muhakkak bir bildiği olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu tapınak UNESCO Dünya Mirasları listesinde.

Ryoanji’den nasıl bir şey anlamadıysam Kinkakuji‘yi (Temple of the Golden Pavilion) bir o kadar sevdim. Akşamüstü 4 gibi varmamızın da etkisi var bence. Günün batan ışıklarının yansıdığı altın gövdesi harika bahçesinin baş köşesinde gururla parlıyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel bahçe bu olabilir. Kendimi bu bahçenin eski zamanlardaki sahibi gibi hayal ettim bir an. Düşündüm de karlı da harika olur burası.

Kyoto’daki ikinci günümüze yaklaşık 45 dakika bisiklet sürerek 1000 kapılı Fushimi Inaritaisha‘da başladık. Japonya’da Budizm ve Shinto inanışları yaygın. Bu iki inanış birbiriyle neredeyse iç içe. Öğrendiğimize göre bir tapınağın önünde ince turuncu bir kapı varsa o kapının adı torii ve orası bir Shinto tapınağı. Eğer tapınağın önünde kalın süslü çatılı kapılar varsa o da Budizm tapınağı olduğunu göstermekte. Bir de bu tapınakları turuncu/kırmızı renklerle birlikte çeşitli hayvan heykelleri korumakta kötü ruhlardan. Fushimi’de tapınak girişinde dik dik bakan tilkiler karşıladı bizi. Buradaki toriiler dağın tepesine kadar uzanmakta. İsteyen belli bir ücret karşılığı kendi kapısını diktirebiliyor. Bu kapılar aslında bir çeşit adak adama aracı. Örneğin başarılı olmak isteyen şirketler kendi adlarına kapılar diktiriyorlar. Fotoğraf severler için oldukça ilginç bir yer, tabii o kalabalıkta kapıları bomboş yakalayabilirseniz.

Fushimi’den sonra Lonely Planet’in tavsiye ettiği Güney Higashiyama rotasını yürüdük. Kiyomuzudera‘dan Gion‘a uzanan bu rota oldukça turistik. Bana biraz Sultanahmet civarını anımsattı. Kiyomuzudera’nın önünde iki üniversite öğrencisi bize gönüllü rehber olmak istedi.  İngilizcelerini geliştirmek istediklerinden akıllarına böyle güzel bir yol gelmiş. Çok mutlu oldum onların eşliğinde tapınağı gezdiğime. Bilmediğim bir çok detaydan bahsettiler ve benim saçma gelebilecek bir çok soruma sağolsunlar dillerinin döndüğünce cevap verdiler. Japon kültüründe  bahşiş bile hoş görülmezken onların bu gönüllü eşliğine e-posta adreslerini alıp iletişimde kalma ve dünyanın başka ucundan kartpostal atma sözüyle manevi olarak karşılık verebildim. Dünyalar onların oldu! :) Bu rotada geleneksel kıyafetleriyle gezmekten keyif alan Japonlara ve geisha‘lara rastlamak mümkün. Geleneksel kıyafetli Japon kızlarla birlikte fotoğraf çekilmek istediğimde benim yerime onlar bana teşekkür etti. Böyle de kibarlar :) Ayrıca hediyelik eşya olarak Miyazaki’nin ürünlerini bulabileceğiniz dükkanlar mevcut bu yolda.

Bisikletlerimizle günün son rotası Philosopher’s Walk’a doğru yola koyulduk. Buraya varmadan Kyoto’nun beş büyük Zen tapınağından biri olan Nanzenji’yi ziyaret ettik.  Bu tapınağın hemen yanında bir su kemeri bulunmakta. Mimarisi ve rengi benim çok hoşuma gitti. Derken harika Philosopher’s Walk‘a vardık. Minik bir kanal etrafında onlarca kiraz ağacıyla çevrelenmiş leziz bir yer burası. Ayrıca kanal boyunca bir çok hoş kafe var buranın tadını çıkarmak isteyenlere. Yine öğleden sonranın harika ışığında yürüdük burayı. İki gün sonra Kakunodate’da sakurayı göreceğimi bilmeden iç geçirdim gezerken burayı kiraz çiçekleri vakti görseydim diye. Son açan kirazlardan olan ağaçların çiçekleri kalmıştı. Öğrendiğime göre Japonlar kiraz çiçeklerini bir çok sınıfa ayırmış. Bizim gördüklerimiz ichiyo ve kanzan imiş. Pembe yaprakların rüzgarda savrulup suya düşmesi ve akıntıda döne döne dans etmelerini izlemek bir meditasyon aracı olabilir.

Filozof patikasının sonunda ise Ginkakuji (Temple of the Silver Pavilion) yer almakta. Altın tapınak kadar olmasa da burayı da beğendim. İlk mantıklı gelen Zen temalı çalışmayı gördüm bu bahçede. Tepesi tıraşlanmış ters koni şeklindeki çakıllar Fuji Dağı’nı sembolize etmekteymiş. Yalnız bu minik çakılların sunumundaki mükemmellik bence muazzam bir sabrın göstergesi.

Akşam dışarı çıkmak için Gion’da bir çok seçenek mevcut. Pontocho‘nun dar sokaklarında çok hoş mekanlar bulunmakta. Biz denk getirip Gion Corner‘da geisha gösterisi izleyemedik. Ünlü (celebrity) muamelesi gören geisha’ların hayranlarına flaşlar altında poz vermesine denk gelebilirsiniz bu bölgede. Kyoto sokaklarında doğal güzel kare yakalarım belki diye bir geisha’nın peşi sıra koştuğumu bilirim :)

Hayat kurtaran JR Pass

Bir forumda Japan Rail Pass‘e denk geldiğim çok iyi oldu. Benim için kısaca JR kendileri! Japonya gezisini JR öncesi ve JR sonrası diye ikiye ayırmam mümkün. JR Pass bir ya da iki hafta süreli bir çok shinkansen dahil olmak üzere sınırsız tren bileti. Yalnız sadece Japonya dışında turistlere sunulmakta. Bunun için yaşadığınız şehirdeki yetkili acentaya ödeme yaparak bir değişim formu satınalmanız gerekmekte. Sonra bu formu Japonya’da istasyonda bilete dönüştürebiliyorsunuz. Yerel trenlerde sadece biletinizi göstererek, hızlı trenlerde de kullanmadan önce ücretsiz koltuk rezervasyonu yaptırarak JR hatlarında kullanabiliyorsunuz. Detaylı bilgiye bu sayfadan erişebilirsiniz. Bizi gitmeden çok uyardılar tatil zamanları hızlı trenlerde yer kalmaz diye ama açıkçası seyahatimizin bir kısmı ulusal tatil haftası Golden Week‘e gelmesine rağmen hiçbir sorun yaşamadık. Bize rahatça ve bolca gezme imkanı verdi bu bilet. Kesinlike tavsiye ederim. Hyperdia‘nın sayfasından İngilizce gitmek istediğiniz yerlerle ilgili tren saatlerini kontrol edebilirsiniz. Bu sayfa ayrıca JR Pass’in geçerli olduğu seferleri de göstermekte. Ben Japon Appstore’dan  app’ini de indirdim telefonuma, faydasını gördüm :)

Ulu geyiklerin şehri Nara

JR Pass’imizle ilk durağımız Nara oldu. Kyoto’dan limited ekspres trenle yaklaşık yarım saat süren bir yolculuktan sonra Nara’ya vardık. Nara’da neredeyse trenden iner inmez geyikler karşılıyor sizi. İnsana alışkın olsalar da her yerde bu geyiklerin vahşi doğaya ait olduğunu unutmamanız yönünde tabelalar mevcut. Gerçekten de bir tanesinden totomo boynuz yedim onları beslemek üzere bisküvi aldığım dükkanın önünde. Japon mitolojisine göre Tanrı Takemikazuchi eski başkent Nara’yı korumak için şehre geyiklerle gelir. O günden sonra Japonlar geyiklerin şehirlerini ve ülkelerini korumak için cennetten gelen ulu varlıklar olduğuna inanmışlar. Nara Parkı‘nda serbestçe dolaşan geyikleri sevmeye doyamadım, biraz fotoğraf çekmek için  onlara oyun yapmış olabilirim itiraf ediyorum. Bu parkın içinde yürümek de güzeldi.

Nara’da görülmesi gereken bir diğer yer ise dünyanın en büyük ahşap yapısı olan Todaiji Tapınağı. İçinde dünyanın en büyük bronz Buda heykeli yer almakta. Budanın heybetinden çok etkilendim doğrusu. Dönüş yolunda Isuien Bahçesi‘ne uğradık.

Hiroshima ve Miyajima

JR Pass ile ilk shinkansen yolculuğumuzu Hiroshima’ya yaptık. Bu hızlı trenleri çok beğendim. Sanırım Avrupa’daki trenleri artık eski kadar sevmeme nedenimdir shinkansen’ler. Trenin platforma yanaşması bile “cool”du. İçerideki konfor, koltuk aralarındaki mesafe, saatte 350-400 km’ye varan hızı vb. müthişti.

Kyoto’dan ayrıldığımız için yanımıza aldığımız valizleri Hiroshima’da istasyondaki kilitli dolaplara bıraktık. Bu dolaplar gerçekten hayat kurtarıyor. Bildiğim kadarıyla Japonya’daki büyük istasyonlarda çok yaygınmış bu dolaplar. Seyyahlara duyurulur.

Hiroshima’da ilk durağımız Miyajima Adası diğer adıyla Itsukushima oldu. Suyun içindeki torii Itsukushima Shrine adanın kendine has simgelerinden birisi. Sular çekildiğinde bu kapıya yürümek mümkün. Miyajima Adası’nda Misen Dağı’nın zirvesine tırmandık, manzara kesinlikle görülmeye değerdi. Adanın harika doğasında yürüyüşümüzü Daishoin Tapınağı’nda sonlandırdık. Daishoin’de çok ilginç heykeller ve dua tekerlekleri gördüm. Kyoto’daki tapınaklardan farklı olduğunu söyleyebilirim.

Hiroshima kısmı biraz hüzünlüydü benim için. Atom bombasının atıldığı yerde hala ayakta duran Atomic Bomb Dome, bombadan sonra kansere yakalanan bir çocuğunun (Sadako Sasaki) origamiden 1000 tane ejderha yaparsa kurtulurum dediği ama kurtulamaması üzerine savaşın en masum mağdurlarının çocukların anıldığı Children’s Peace Monument ve sönmeyen barış ateşinin bulunduğu Hiroshima Peace Memorial Park yıllar geçmiş olsa da ayrı hüzünlüydü. Hiroshima Peace Memorial Museum‘da tüylerim ürperdi. Birilerinin gövde gösterisi sırasında hayatlarını kaybetmiş ve bundan senelerce muzadarip olmuş masum insanların hayatlarıyla ilgili detayları görmek insan olan herkesin içini sızlatır sanırım. Çok turistik olmasa da tarihte önemi olan bu şehri imkanınız varsa mutlaka ziyaret edin.

Kısa Hiroshima ziyaretimizin akabinde hızlı trenlerle Osaka aktarmalı Tokyo’ya geçtik.

Vişne ♥ Sakura

Tokyo’ya vardığımızda ilk iş http://www.tenki.jp/sakura/ adresinden sakuranın mevcut durumunu kontrol ettik. Site Japonca ama Google Chrome tarayıcısının çeviri özelliği sayesinde Golden Week’te hala geçmemiş sakuranın Kakunodate şehrinde olduğunu öğrendik. Ertesi gün hızlı tren ile 3 saat yolculuk sonrasında sakuranın hasını samuray şehri Kakunodate’de yakaladık. JR olmasaydı buraya ulaşmak epey zor olurdu.

Nehir kenari boyunca uzanan manzarayı ne kadar anlatsam eksik kalır. Doğa ananın insanlara armağan ettiği bu şöleni kiraz ağaçları altında piknik yaparak kutluyordu Japonlar. Dünya gözüyle sakurayı gördüğümde dünyalar benim oldu. Hele bir de göremeyeceğime kendimi o kadar hazırladıktan sonra yaşadığım mutluluk başkaydı. O kiraz çiçeklerine bakarak bütün ömrümü geçirebilirim. Rüzgar çıkınca uçuşan beyaz yaprakları bir çeşit rüyada olduğumu hissettirdi.

Sakura dışında eski samuray evlerini gezebilirsiniz Kakunodate’de.

Fuji Dağı eteklerinde

Sakuradan sonra Japonya’da en çok görmek istediğim şey Fuji Dağı‘ydı. Bunun için göl kıyısındaki Kawaguchiko şehri ideal. Yalnız JR Pass sadece Otsuki‘ye kadar geçerli sonrasında başka bir tren firmasından bilet almak gerekmekte.

Kilimanjaro’dan sonra (bkz. Ömrümün en uzun, ömrümün en kısa yolu) gönlümden Fuji’ye de tırmanmak geçiyordu, ama tırmanış mevsiminde olmamamız ve çığ tehlikesi nedeniyle bu hayal gelecekte bilinmeyen bir zamana  kaldı. Biz de tırmanış için ayırdığımız ilk günü Kawaguchi Gölü‘nün etrafını bisikletle turlayarak ikinci günü de Fuji’ye karşı Mitsutoge Dağı‘na tırmanarak değerlendirdik. Japonca tabelalardan yönümüzü çıkartmaya çalıştıkça Lost in Translation moduna girdik. Yol boyunca kaç kez “”konichiwaaaaaaa” demişizdir saymadım. Japonlar yürüyüş sopalarına zil takıyorlardı. İlk duyduğumda etrafta keçiler olduğunu sanmıştım bir an. Japonya’nın harika doğasındaki yürüyüşlerimizi Mitsutoge Dağı tırmanışı ile bitirmiş olduk.

Tokyoooooooo

Duraklarda Tokyo anonsları dikkat çekecek kadar uzun söyleniyor: Tokyoooooo! Tokyo sanırım en merak etmediğim ama Japonya’ya gelmişken görülmeli dediğim tek yer oldu.

Tokyo’yu gezmeye yine Lonely Planet’te tavsiye edilmiş bir rota olan Yanaka ile başladık. Geleneksel tacirlerin evlerinin yer aldığı Kototoidori caddesi ile başlayan yürüyüşümüz Yanaka’da son buldu. Yanaka aslında Tokyo’nun “old town”u, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce inşa edilmiş binaların sağlam kaldığı ender mahallelerden. Girişinde de bir Türk restoranı bulunmakta. Roppongi Mahallesi Yanaka’ya göre çok daha moderndi. Mori Art Museum‘da geçici Andy Warhol sergisini ziyaret ettik. Bu müze panaromik Tokyo manzarası seyretmek için güzel bir yer. Asakusa’daki Kaminarimon ve Sensoji, Tokyo Midtown, Yoyogi Park ve içindeki Meiji Shrine, Tokyo asi gençliğinin mahallesi Harajuki’daki Takeshita Caddesi, Shibuya Crossing, Ginza ve Tokyo National Museum (hediyelik eşya almak için çok iyi bir yer) Tokyo’da gezdiğimiz yerler arasındaydı. Asakusa metro çıkışında altın boynuz manzaralı Tokyo Skytree kulesini görmek mümkün.

Miyazaki hayranıysanız Ghibli Müzesi için biletinizi JR Pass gibi bir yöntemle yurtdışından önceden temin etmenizde fayda var. Biz oradayken almak istediğimizde çok geçti, biletler çoktan tükenmişti.

DSC_0681

Shibuya Crossing, Tokyo

Yemekler

Japon mutfağından izlenimlerim için buradan buyurun:

  • İzakaya – Ocakbaşına denk gelen bu restoranlarda lezzetli çöp şiş ve közlenmiş sebze yemek mümkün. Közde avakado ve biber getirdikleri an bittiğim andı. Fiyatlar normalin biraz üstünde.
  • Gyudon – Pilav üstü et ama Bambi zincirlerinde satılıyormuş gibi hayal edin. Geleneksel yemeklerden birinin “fast food” hali, bana hem çok lezzetli hem de çok hesaplı geldi. 340 yenden başlıyor fiyatlar. İnce dilimlenmiş turşu zencefiller beni shōga bizdeki turşu süs biber görevi görüyor. Kırmızı biberlerine shichimi deniyor ve içinde çörek otuna benzer tohumlar bulunmakta. Acı sever biri olarak mutfağıma eklemek istediğim yeni fikirlerden oldu bu. Bu yemeğı satan Yoshinoya zinciri favorimdi. Öğrendiğime göre 1899’da ilk gyudon restoranını açan şirketmiş. “Yoshinoya 1899’dan beri” vari bir slogan hayal ettim şimdi.
  • Hoto – Fuji Dağı bölgesine özgü bu udon noodle (Japon noodle’ı) büyük bir kasede bol sebze ve et ile servis edilmekte. Sıcak sulu doyurucu, besleyici bir yemek istiyorsanız kesinlikle aradığınız hoto. Yalnız porsiyonlar bir kişi için oldukça büyük.
  • Yeşil çaylı her şey –  Yeşil çay aromalı envai çeşit ürün bulabilirsiniz Japonya’da. Yeşil çaylı Kitkat, Oreo, dondurma gibi.  Açıkçası yeşil çay aromasını sevdiğimi söyleyemem.
  • Atıştırmalıklar – Çubukta salatalık, pirinç krakeri, çubukta pirinç lapası, buharda pişirilmiş içli hamur topları olan nikuman (bun), ahtapot topları takoyaki

Aklımda kalan diğer detaylar

  • Her ama her köşe başında her çeşit “vending machines” var. Bunların sıcak udon çorbası yapanı gördüğüm en aşmış modeldi. Sigaranın da serbestçe bu makinalarda satılmasına şaşırdım. Duyduğuma göre Fuji Dağı’nın zirvesinde de kola satınalmak mümkünmüş. Çıkarsanız yanınızda bozuk para bulunsun.
  • Her şehrin kendine has süslü kanalizasyon kapakları var.
  • Hemen hemen her tapınağın önünde bambu taslardan su içebileceğiniz bambu borulu çeşmeler bulunmakta.

Her güzel şey bitermiş…

Amsterdam’a döndüğümde buruk hissettim biraz, ne güzel alışmıştım. Özetle çok sevdim Japonya’yı ve insanlarını. Bu kendine kapalı, biraz utangaç kültürü yakından tanıdığıma ve özellikle sakurayı gördüğüme çok mutlu oldum. Her yönüyle ziyaret ettiğim en gelişmiş ülke. İlgileniyorsanız nisan ortası gibi bu güzel ülkeyi mutlaka ziyaret edin.

Burada yazamadığım çok detay var. Gitmek isterseniz ve aklınıza takılan şeyler varsa her zaman bana yazabilirsiniz.

13 Yorum

Beş parasız derken cebimde 50TL ile kalakaldım Bangkok Suvarnabhumi Havaalanı’nda.

Is gezisi için Kuala Lumpur‘a giderken bir kaç gün erken yola çıkıp hafta sonunu Bangkok‘ta geçirmek istedim. Her zaman yurtdışına çıktığımda cüzdanımda bir miktar nakit taşırken bu sefer yanıma sadece 20 Amerikan Doları ve 5 Avro almıştım. Hollanda’da kullandığım nakit çekme kartımla havaalanındaki ATM’den nakit çekerim ne de olsa diye düşünmüştüm ve yanılmıştım. Bir kaç ATM ve Türkiye’de kullandığım banka kartımla çeşitli kombinasyonlar denesem de başarılı olamadım. Üstüne üstlük Türkiye’de kullandığım banka kartımı ATM’nin yutmasıyla kalakaldım. Bir umut çok acayip İngilizcesi olan ATM’nin ait olduğu bankanın müşteri hizmetlerini arasam da sonuç alamadım. Artık daha fazla oyalanmadan gerçeği kabul etmem gerekiyordu: bu gezimin başında parasız kalmıştım ve önümde keyifle geçmesini tercih ettiğim 4 günüm vardı. İlk yapmam gereken yanımdaki parayı Tayland Bahtı’na çevirmekti. Param karşılığı 800 baht yaklaşık 50 TL elime geçti ve macera başladı.

İlk hedeflerimden birisi bu ucuz ülkede toplu taşımanın dibine vurmaktı. Akıllı telefonumdan otelime toplu taşıma araçları ile nasıl gidilir baktım. Havaalanından metro ile otelime giden otobüslerin geçtiği en yakın noktaya ulaşmam gerekiyordu. Bir yandan da çok az limiti kalan kredi kartım ile otelin ücretini ödeyebilir miyim, ödeyemezsem bir Buda tapınağına gidip “Ben Tanrı misafiriyim!” diye sığınsam mi soruları ile meşguldü kafamın içi. 45 bahta metro biletimi aldım ve dönüş metrosunun parasını bir kenara ayırdım.

Havaalanını şehre bağlayan metro hattı çok moderndi. Fakat metrodan Bangkok sokaklarına indiğim ani hiç unutmayacağım sanırım. Çok nemli, kapalı ve pis kokan bir hava. Yerler çamurlu. Bangkok’a gitmeden önce izlediğim  Elysium (2013) filminde resmedildiği gibiydi şehir. Çok yüksekten gecen metro hattı, aşağıda kirli tozlu derme çatma bir şehir. Direkler arasından gecen kablo kalabalığı ile örülmüştü Bangkok sokakları. Hayatımda bu kadar kablo kalabalığı görmemiştim. Pratunam‘da otobüs durağı bulma cabam biraz gözlem yaptıktan sonra geçti. Türkiye’deki dolmuş düzensizliğine aşina bünye el etti otobüse. Otobüs durdu müsait bir yerde ve kadın muavin kocaman valizimi tek hamleyle otobüse aldı. 8 bahta bilet kesti. İlerleyen günlerde bindiğim bütün otobüslerdeki muavinlerin kadın ve bütün Budaların erkek olduğunu fark edecektim.

Metro hatti - Bangkok

Metro hattı- Bangkok

Silom bölgesindeki otelime varmam çok kolay oldu, Google Maps sağ olsun. Resepsiyonda giriş işlemimi yaparken yoldan geldiğim için ikram edilen serin içeceği reddettim basta, ya otelin ücretini ödeyemezsem kaygısıyla. Bu yüzden ödemeyi normalde çıkarken yapmak yerine en basta yapmayı istedim otel görevlisinden. Anlatması zor olsa da denedik ve nakit çekemediğim kartım otelin ücretini ödeyebildi. Ödemeyi yapabildiğim an nasıl rahatladığımı anlatamam. Buda tapınaklarında Tanrı misafiri olmama gerek kalmamıştı ve yanımda duran serin içeceği gönül rahatlığıyla içebilirdim. Artık başımı sokacak bir yerim vardı. Sırada yol yorgunluğumu atıp Bangkok sokaklarını keşfetmek vardı, zorunlu tasarruf modunda.

Bangkok yürümek için biraz büyük bir şehir. Çok korkunç trafik var ana caddelerde. Tuktuk denilen mobiletler çok yaygın, hızlı ve ucuz. Tek yapılması gereken tuktuk şoförüyle pazarlık yapıp anlaşmak. Normalde çok ucuzdu, ama o şartlarda benim için bir lükstü. Tuktuk gibi ucuz ulaşım aracını doya doya kullanamadım tabii. 8 bahta otobüs ile gitmek istediğim bölgelere ulaşıp yürüdüm ben de. Bir aksam feribotla Khao San Road bölgesinden 40 bahta (çok para (?)) otelime döndüm. Bu güzergâh aksam üstü Bangkok’u nehir yoluyla gezmek için yeteri kadar uzun ve güzeldi. Tapınakların nehre vuran yansımalarını hayal edebilirsiniz.

Kalacak yer ve ulaşımdan bahsetmişken yeme içme işini de otelin odama bıraktığı iki sise içme suyundan birini yanıma alarak ve gündüz ucuz vejetaryen sokak yemeklerini yiyerek hallettim. Aksam yemeklerini kredi kartı gecen restoranlarda bulaşık yıkamayayım diye önce ödeme, sonra yeme seklinde garsonları ikna ederek yedim.

Bangkok

Bangkok ziyaret ettiğim ilk Budist şehir olduğundan Buda tapınakları bana çok ilginç geldi. Tapınakların birçoğu ücretsiz, bazı özel tapınak girişlerinde 40 baht gibi ücret talep edildiği için giremedim. Kirli şehirle buda tapınaklarının temizliği arasındaki tezatlık dikkatimi çekti. Mis gibi kokan çiçekler, çeşit çeşit Budalar, temiz avlular, yalın ayak basılan rengârenk zeminler bir yana, ayağınıza sıçramasın diye dikkat ederek batiğiniz balçıklı yollar, mide bulandıracak kadar kötü kokan sokaklar, yol kenarlarındaki yüzlerce seyyar yemek arabalarından gelen mangal kokuları bir yana. Bu arada giriş ücreti 500 baht olan Grand Palace‘i sadece kapısından görebildim. Gitmek isterseniz kollarınızı ve bacaklarınızı kapatacak giysileri yanınızda götürmekte fayda var.

Buda tapinagindan yer kesiti - Bangkok

Buda tapinagindan yer kesiti – Bangkok

Gece güzel bir manzarada bir şeyler içmek ve Bangkok’un gece manzarasını seyretmek için The Hangover Part II (2011)‘in çekildiği Lebua Otel‘in terasına çıktım. Kendi otelime yürüme mesafesindeydi. Fotoğraf severlere not, koruma amaçlı konulan camlar yüzünden gece fotoğrafı çekimi için uygun bir yer değil.

Khao San Road bölgesi çok turistik ve kalabalıktı. Birçok hostel, cadde masajcıları, sokak yemekleri, seyyar satıcılar bu bölgede. Giysi satan bir tezgâhta kirazlı elbise görünce alamayacağımı bilsem de merak edip fiyatını sordum.  İndirim yapmasına rağmen elbiseyi satın almadığımı gören tezgâhtar pis pazarlık yaptım sandı, hâlbuki beş parasızdım.

Ayutthaya

Bir Game of Thrones hayranı olarak Tayland’ın eski başkenti Ayutthaya‘ya gitmeden dönmek olmazdı. Ağaçtaki budanın fotoğraflarını ilk gördüğümde Game of Thrones’daki Ormanın Eski Tanrıları’nı (Old gods of the forest) düşünmeden edemedim.

Ayutthaya - Thailand

Ayutthaya – Tayland

Ayutthaya’ya giden dolmuşlar Bangkok’un AŞTİ’sinden kalkıyormuş. Dil ve toplu ulaşım bilgilerine erişme zorlukları yüzünden otobüs terminalini biraz zor buldum. Yol sorduğum polis memuru elime o güzel desenli alfabeleri ile gitmem gereken yeri สถานีหมอชิต yazdı. Geç olsun güç olmasın, doğru gişeden Ayutthaya biletimi 60 bahta aldım ve bittabi dönüş saatlerini öğrendim. Dolmuş şoförü  beni Ayutthaya girişinde tuktukların yanında indirdi. GPS’imden gördüğüm kadarıyla 1-2 km daha mesafe vardı gitmek istediğim yere. Neyse derdimi anlatamadım ve bir bildiği vardır diyerek indim dolmuştan. İnince anladım ki dolmuşçunun beni o noktada indirmesi tamamen turist olduğum içinmiş. Tuktukçu amcalara verecek param olmadığından kalan mesafeyi o sıcakta yürümek zorunda kaldım.

Sonunda tapınakların olduğu bölgeye vardım. Tapınakların bir kısmı birbirine çok yakın, bir kısmı da adanın etrafına yayılmış halde. Aslında dolmuşların son durağında inebilseydim bisiklet kiralayarak çok rahat adayı gezebilirdim. Gerçi param yeter miydi bilmiyorum. Benim içimde kaldı, yolunuz Ayutthaya’ya düşerse mutlaka bisiklet kiralayın. Ada diyorum çünkü Ayutthaya etrafı akarsularla çevrili bir kara parçası. Ada tapınakları, ilginç buda heykelleri ve  yerleşim olmayan ören yerleri ile çok farklı bir atmosfere sahip, beni mitolojik bir zamana götürdü gezerken.

Ayutthaya - Tayland

Ayutthaya – Tayland

Parasız gezmek bir çeşit macera oldu bana. Havaalanına sorunsuz vardığımda rahatlamıştım ama Kuala Lumpur’da iş arkadaşlarımı gördüğüme bu kadar çok sevineceğim aklıma gelmemişti hiç.

(Vişne Kiraz, Eylül 2013)

Bu yazı 17 Temmuz 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.

18 Yorum

Hani birini ya da bir şeyi görürsünüz ve ona aşina olduğunuzu fark edersiniz, ama nereden geliyor bu tanışıklık çıkaramazsınız hemen. Kafanızın içinde bakmadık yer bırakmazsınız, tozlu raflara gidersiniz. Sonra bir yerden çıkaracak gibi olursunuz ama hatırladığınızla gerçeklik arasında bariz bir bağ yoktur. Bu bağı kurana kadar kafanız rahat etmez bir turlu. En son ne zaman ve nasıl bu duyguya kapıldınız? Ben geçenlerde  Her (2013) filmini izlerken kapıldım bu duyguya. Aşina gelen şey ise ilginçtir Shanghai idi.

The Bund - Shanghai

The Bund – Shanghai

Her (2013)

Film henüz uzaya rahat gidip gelmediğimiz bir gelecekte geçmekte. Bence yakın bir gelecekte kıyafetlere, mimariye ve teknolojiye bakıldığında. Akıllı telefonlar çok akıllılar, sahipleriyle sürekli muhabbet halindeler. Siri‘ye laf anlatamadığımız sinir bozucu halden çıkmışlar çoktan. Sonra bir şirket yapay zekâ ile kendini geliştirebilen, sahibiyle etkileşim kurabilen bir işletim sistemi piyasaya sürer. Boşanma surecindeki esas oğlan Theodore aşkı, dünyayı keşfetmek için heyecanla yanıp tutuşan satın aldığı bu çok akıllı işletim sistemi Samantha‘da bulur ve olaylar gelişir. Spike Jonze‘un akıllı telefon bağımlılığına sahip günümüz insanini ask içinde konumlandırması, biten giden ilişkiler, yalnızlık üzerine çok güzel film Her. Spike Jonze’un anlatımına ve çekimlerine hayran kaldığım bu filmde Amerikan olmayan ve tanıdık bir şeyler vardı.

Film açık bir şekilde hangi şehirde geçtiğini söylemese de oyuncuların Amerikalı olması, Manhattan’ımsı gökdelenleri ve filmlerden tanıdığım Los Angeles kumsalları basta filmin tamamen Amerika’da çekildiği hissine kapılmama neden oldu. Kumsal Los Angeles olabilirdi ama gökdelenler Manhattan değildi.  Belki Chicago olabilirdi.  Kafam bununla meşgulken su sahneyi görünce filmin gökdelenli kısmının Shanghai’da çekilmiş olabileceği hissine kapıldım.

Her (2013) - Shanghai

Her (2013) – Shanghai

Fotoğraf: Her (2013)

Shanghai

Geçtiğimiz Eylül ayında is gezisi için Shanghai’ya gitmiştim ve şehre hayran olmuştum. Öncelikle on yargılıydım Çin’e karşı. Çin’in dış dünyaya kapalı olması ve bizim Cin’e Amerika gözüyle bakmamız etkendi bunda.  Bir konu hakkında başkalarından bir şeyler duysam da tercihim her zaman denileni kendimin de deneyimlemesi olduğundan Cin’e seyahat edeceğimizi duyduğumda çok sevinmiştim. “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” tartışmasında çok gezenin daha az ön yargılı olduğunu sonuna kadar savunabilirim. Shanghai altyapı olarak bugüne kadar gördüğüm en gelişmiş şehir oldu. İstanbul’un kaotikliği Shanghai’da yoktu.  Shanghai’da 1990’larda başlayan modernizm meyvelerini çok güzel vermişti. Yollar, metro sistemi, hızlı tren ve Shanghai Ticaret Merkezi bu meyvelerin gördüğüm en iyi örneklerindendi. Ama ben en çok yaya üst geçitlerinden etkilenmiştim.

Lu Jia Zui - Yaya üst gecidi / Shanghai

Lu Jia Zui – Yaya üst gecidi / Shanghai

Fotoğraf: harikrish.h

Bugüne kadar dört yol ağızlarında geçeceğim her yol için farklı bir üst geçit kullanmaya alışkındım. İlk kez çıktığım üst geçitten istediğim noktada inme imkânı inşa edilmişti ve bir kere üst geçitte bulunmak bunun için yeterliydi. Eski ev arkadaşımın deyimiyle “mühendis kafalı” olduğumdan bu tür fikirler çok hoşuma gider. Bu yüzden Shanghai’daki bu üst geçitleri unutmam imkânsızdı. Her filminde bahsettiğim kareyi gördüğümde oranın Shanghai olduğunu anlasam da filmde Cince bir tabela görememek tam olarak bu düşüncemden emin olmamama sebep oldu. Eve vardığımda ilk is IMDb’den filmin çekildiği yerleri kontrol ettim ve rahatladım. Evet, Shanghai’di orası. Gittiğim  bir yeri şehrin esas siluetine ait olmayan bir yeriyle tanımıştım. Shanghai’ya aşina olmuştum.

Bir şehre aşina olduğumu fark etmekten çok mutlu oldum. Dünyanın birçok noktasına aşina olmayı diliyorum!

(Vişne Kiraz, Eylül 2013)

2 Yorum

I have never been in a city which I could not follow my route on the map. After arriving to Monaco-Monte Carlo station via train from Nice, I dropped by tourist information inside the station. The lady there just gave me the map and recommended me to visit only Monaco – Old Town and the Casino area. I got the map and went out the station. I knew where I wanted to go but I could not find out which way to follow. I was on the bridge and was looking at the roads. One moment, I felt as if I had been in one of Escher‘s works called Relativity while I was going down and up by using public lifts and stairs.

Escher - RelativityView from Monte Carlo Train Station

Anyway… After I got lost for a while and met with people who got lost too (which is natural), I decided to follow the road that cars used. I arrived to the port where there were many expensive yachts. I decided to go to Old Town first. I shopped from the fruit market which was at the beginning of the road to the Old Town. I bought delicious cherries. Each cherries were bigger than the height of 1 euro.

Monaco-Ville (the Old Town) is located on the top of a hill. The Palais Princier, Saint Nicholas CathedralOceanographic Museum and old town are located here. There is a panoramic view of the port from the top. The view of the city is very strange, there are many many houses on the narrow and steep piedmont of Mont Agel. It looks like to Istanbul in this sense, there are a lot of ups and downs. The only and most important difference between these cities is the level of income for sure. While I was walking through the hills, I thought if a person can drive in Monaco, he/she can drive car any where in the world.

The city/country makes you feel that they loved Grace Kelly so much. In almost every corner, there are signs  which show the memory of Princess Kelly in that particular place. I like the Grace Kelly portrait at the port the most.

After the nice tour around the old city, I wanted to cool myself because of the noon time and very hot nice summer weather. I went down from the Old City to the port side. When I turned right (not to the port side), I saw diving platforms since there are not many shores formed along the coast in Monaco. I walked for a while I  found a nice small beach with very tiny stones. There were a couple and a family with a Golden Retriever dog. It was really a good timing for swimming. I put my things away and jumped into the cool sea. I guess it is one of the best seasides I have ever had a chance to swim (the other is Praia Preta – Black Beach in Ilha Grande/ Brazil). I could see many fish very close to coast during my swim with my goggles. The nice thing was that there is also a shower in this small cute beach.

It was very funny that I watched Madagascar characters were swimming in Monaco shores (since Monaco is their first place where they arrive in Europe in the animation) shortly after my vacation. There are very nice Monaco scenes from Casino to steep streets and hilly view behind the city in Madagascar 3. I did not know this before I watched it. This was a nice surprise for a Monaco and Madagascar lover!

Madagascar 3

The next step was to see the famous Casino and Cafe de Paris. I took the photos of a wedding again after Ljubljana on my way. I like the architecture of the Casino very much. Cafe de Paris is a great place with its menu and atmosphere. I guess you should drink something at least when you are in Monaco. I chilled out for a while in Cafe de Paris and took a bus to the station. I wanted to take photos of the Monaco – Monte Carlo station with its fascinating lighting. As always, I lay down on the ground to take the photo (number 5 in the photoset). Four old nice British guys wondered what I was trying to do. After they saw the results, they were amazed with the photo I had just taken. I joined them on the train to Nice. The train was very crowded on the way back. I thought we would have been packed in sardines but the journey was easy with chatting with old funny British guys. I mentioned about the quiz shows (Pointless and Eggheads) that I like to watch on BBC (because I did not get Turkish cables and I only have Dutch channels and BBC on my TV). They were also watching the Eggheads. We even talked about the contestants in the show.

With a great pleasure of my visit to Monaco, I turned back to the hotel and left it for a nice evening in Nice :)

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing and swimming in Monaco.
  • Transportation: I arrived to Monaco from Nice Train Station. It takes 15 minutes by train. The return ticket is around 12€. If you are based in Nice, it is very close and cheap to go to Monaco and Cannes from Nice. (The return plane ticket costed 100€ from Amsterdam to Nice. The airport bus is 5€ to Nice center. You can use that ticket for whole day transportation with buses and trams in Nice.)
  • Accommodation: I stayed at Ibis Hotel in Nice next to the station. The location is very convenient if you would like to visit places around Nice. This hotel is good for last minute bookings because it offers fixed prices. Moreover, if you book it for 3 nights, it gives you 30% discount which is very good. I shared the hotel with my friend and we stayed cheaper than staying in a hostel. Three nights’ fee from Friday to Monday was 100€ per person. Nice is very expensive in high season.
  • Eat & Drink: Just chill out in Old Town and Cafe de Paris.

(Visne Kiraz June 2012)

3 Yorum

What a nice name to be given to a city!

As one of the source says:

“The name probably derives from the Slavic word ‘ljubit’, which means ‘to love’ but, ‘ljubljana’ means The Beloved.”

After Zagreb, we took one and half hour car drive to arrive in Ljubljana. Ljubljana is a city from a fairy tale with its castle at the top, the houses and narrow streets from middle ages. It is very quiet and peaceful.  The castle is at the top of the island  which is  in the middle of Ljubljanica River. The bridges are the beautiful ornaments of the city. There are several bridges over Ljubljanica River. The most important ones are: Triple Bridge, Shoemaker’s/Cobbler’s Bridge and Dragon Bridge.

Ljubljana in the 18th century

The dragon has long been a symbol of Ljubljana. The origin of this city’s symbol can be traced to the myth of Jason and the Argonauts, who supposedly encountered the Ljubljana dragon on their way to the Adriatic Sea by way of the Danube and Ljubljanica Rivers. Ljubljana Dragon, who benevolently protects the city of Ljubljana and is pictured in the city’s coat of arms.

Coat of Arms - Ljubljana

Coat of Arms – Ljubljana

While I was waiting for my friends, I witnessed a wedding in front of the Town Hall. The guests were waiting for the bride and the groom. One of the guests gave me one palm of rice to throw over the couple to bless their marriage with happiness and richness in love, children, money etc.

wedding in front of the Town Hall

I met with my friends on the Triple Bridge. We climbed up to the castle together. It was an easy walk and you see the panoramic view of the city as you rise. The castle is open until 9 p.m. There are many restaurants inside the castle garden. We visited the clock tower and the church of the castle. We took the lift while leaving the castle.

You should chill out along Ljubljanica River and drink something before you leave the city. The next morning we were on the way back to home via Trieste.

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing in Ljubljana.
  • Transportation: I arrived to Ljubljana from Zagerb via rental car. It takes 1 and half hour by car. Do not forget to buy Vignette since you will use Slovenia’a highway.
  • Accomodation: I stayed in Vila Veselova. It is one of the nicest hostels I have ever stayed, clean and cosy. It takes 5 mins to main square on foot. You can walk to everywhere in Ljubljana.
  • Eat: Walnut potica
  • Drink:  Laško
  • Watch: The panoramic view of Ljubljana from the castle

(Visne Kiraz April 2012)

Yorum bırakın

Before I went to Brazil, we had already bought plane tickets to Venice Treviso for visiting Zagreb and Ljubljana. It is 245 km from Treviso Airport to Ljubljana, and 140 km from Ljubljana to Zagreb. After we arrived to the airport via Transavia, we took a rental car and our road trip had started. My friend from Greece was in a project in Belgrade and he took a five-hour-bus journey to come to Zagreb and his trip started this way.

I always like Italy’s landscape. I remember it as soon as we landed on Treviso. While we were on the road to Zagreb, Slovenia’s landscape was amazing. Since we were coming from the west, the sunshine was on the small houses with a dark blue mountains and light green trees in the background.

Please do not forget to buy Vignette which is toll sticker for passing through highways in Slovenia.  If you do not buy it, you may have to pay 300€ for fine in random checks.

We arrived to Zagreb around 8 p.m. I stayed in Hobo Bear Hostel  which is very close to street Ilica. When you follow the Ilica Street you will arrive to main square of Zagreb called Trg Bana Josipa Jelačića. After I settled down in my room, I went out to eat some pizza. Italian food in Zagreb is very delicious. You can find many restaurants around the main square. The nights are very live In Zagreb. There are many people on the streets towards midnight. Croatians like going out at nights. The bars have seats in the streets. If the weather is good, you can chill out in also outside of the bar. I went to Alcatraz Cafe Bar  with my Turkish and Greek friends.  I liked the Croatian pop-rock music. The only thing that I did not enjoy was that smoking was allowed inside the closed places.

The new town of Zagreb was planned by a Croatian engineer Milan Lenuci in horseshoe shape in late 19th century. It is called Lenucijeva Potkova. Lunic Horseshoe If you follow the horseshoe shape route, you can discover new part of Zagreb very easily in 2 hours. However, you can stay longer if you want to enjoy parks, squares, and big avenues. When we were there, it was tulip time and we took many tulip photos. You should enter to Botanic Garden while travelling through the horse shoe. It has a lovely atmosphere.

Towards the noon, we met with our friend from Croatia. I informed him about our visit. Me, my Greek friend and he attended a training in Athens in fall 2009. This was a kind of reunion. We met with his fiancée too. They have a  wedding this August. I hope I have a chance to go and take their photos. They took us and told many things about Old Town (Upper town or Gornji Gradic) in Zagreb. We watched a soldier duty change ceremony. I felt like I was in old times. Two of the soldiers were riding horses. After praying in front of Holy Mother under Blood Bridge , they walked to the Parliament building and ceremony continued there. I saw the Museum of Broken Relationships  but I did not have a time to see it. It seemed very interesting. As my friend said there  are objects which  represent all the stages of a breakup. I hope I visit it one day. We drank something in upper town. The place reminded me Notting Hill in London. There were many colourful old houses and cafes in front of them.

When we were in Zagreb, there was a market in the main square where villagers bring their own products and sell them. I saw many Turkish words like borek, tepsi that they are sign of Ottoman effect. Moreover, Turkish soap operas very popular in Croatia as well as In Greece or Syria. My friend’s fiancé asked some Turkish traditions based on her impressions while watching them. When we talked about wedding, we realised how much customs look like each other. I grabbed a piece of borek with potatoes. Yorgo tried traditional soups and bought some goat cheese.

As soon as the rain clouds arrived to Zagreb from Ljubljana, we were leaving Zagreb for Ljubljana…

Tips:

  • Duration: One day is enough for sightseeing in Zagreb
  • Transportation: I arrived to Zagreb from Treviso Airport via rental car. It takes 4 hours by car. Do not forget to buy Vignette since you will use Slovenia’a highway.
  • Accomodation: I stayed in Hobo Bear Hostel which is very close to Ilca Street. It takes 5 mins to main square on foot. You can walk everywhere in Zagreb.
  • Eat: Pizza, borek
  • Drink: Karlovačko
  • Watch: Soldier change ceremony in front of the Parliament

(Visne Kiraz April 2012)

Yorum bırakın
%d blogcu bunu beğendi: