Bu dünya o kadar çok güzelliklerle dolu ki o güzellikleri keşfetmek ve not etmek bile keyif verici bir serüven. instagram’da etkilendiğim yerleri hemen haritama kaydediyorum olur da bir gün gidersem kaçırmayayım diye. Seneler seneler önce sanırım 2008’de daha instagram yokken The Fall (2006) filmini izlerken bir sürü ilham verici yer görmüştüm. Sürrealist karelerden filmin konusunu bile hatırlamıyorum. Şimdi bu yazıyı yazarken baktım da o sürrealist karelerden biri Namibia’da çekilmiş. Namibia’ya gitmeden önce bunu fark etmemiştim. Bilinçaltım bir şekilde instagram’dan önce de kaşif ruhum için çalışıyormuş.
The Fall (2006)
Hazırlık ve Rota
Önceki yazılarımda bahsetmişimdir: Afrika çok güzel ama rehbersiz ve solo olarak seyahat etmesi zor bir coğrafya. Dil, ulaşım, güvenlik, fakirlik gibi bir çok etken var. Bu yüzden Namibia’ya tek başına gideceksem bir tur ayarlamam gerektiğini biliyordum. Bu sefer karşıma tourradar.com sayfası çıktı. Booking.com’un turistik turlar için olanı gibi düşün. Gün sayısı, gün başına fiyat, başlangıç noktası vs. gibi kullanışlı filtreleme seçenekleri var. Namibia’nın başketi Windhoek’ta başlayıp Güney Afrika’nın başkenti Cape Town’da biten gün başı 65 Euro maliyeti olan bir tur buldum. Aynı rotayı güneyden kuzeye de yapmak mümkün. Bu gibi turlar tırdan devşirme (overland truck) üstü otobüs alt kısmı 2 haftalık bütün kamp malzemesini taşıyabilen bir araçla yapılmakta. 20 kişilik araçta sadece 7 yolcuyduk ve bize Güney Afrikalı rehberimiz ve şoförümüz eşlik etti. Maliyeti, başlangıç ve bitiş noktasının farklı olması ve boş yere kocaman ülkede Windhoek’a dönmemek başlıca seçim kriterlerim oldu. Ayrıca deneyimli ekiple yolların çok gelişmemiş olduğu ve kilometre kareye 3 insanın yaşadığı bir yerde benzin istasyonu, market, kalacak yer, yemek aramamak büyük lükstü. Rehberimiz sabah kahvaltımızı, öğle ve akşam yemeklerimizi yeme tercihlerimize göre hazırladı. Bizim de hazırlık ve bitiş aşamalarında yardımımız beklendi. Araçta buzdolabı, USB şarj yerleri ve prizlerin olması konforu arttırdı. Bu arada turun ilk 2 gününün Etosha Millî Parkı‘nda safariyle başlaması hem şahane oldu hem de çok pahalı olan safariyi bu fiyatla yapmak aşırı ucuza geldi. Safari maalesef pahalı bir aktivite. Eski e-postalarıma baktım da Kilimanjaro sonrası katıldığımız safarinin günlük maliyeti kişi başı yaklaşık 300 Amerikan Doları imiş. 0.50 Euro’sunun hesabını yapan eski erkek arkadaşım bu yazıyı okursa yüreğine inebilir.
Aşı ve malzeme hazırlığım için Madagaskar gezi notlarıma buradan bakabilirsin.
The truck
The driver
The guide
The lunch
Etosha Millî Parkı
Safari yapmak çok keyifli ve güzel geçmesi biraz da şans işi. Hayvanların günlük rutinlerindeki hallerine şahit olmayı çok seviyorum. Normalde safari çok maliyetli olduğu için Namibia’da özellikle safari turu aramadım ama gezi programında olduğu için çok beklentim olmadan ilk durağımız olan Etosha’ya vardık. Daha önce Tanzanya’da katıldığım safariden farklı olan kamp alanlarından gözlemlenebilen yapay “waterhole” denen su birikintileriydi. Araç üzerinde olmadan hazır kamp alanında dinlenirken ya da gece su birikintilerini gören banklarda gelen giden hayvanları izlemek muazzamdı. Gergedanların gerilimi, dizlerini bükerek su içen zürafalar eşliğinde gün batımı, su içen springbok avlayan çakal ve ölüm çığlığı unutamayacağım anlara eklendi. Safaride aslan, leopar, fil, gergedan ve buffalodan oluşan Big Five denen bir grup var. Bu hayvanlar bir insanın yerde tek başına avlaması imkansız hayvanlar. Big Five safaride olmazsa olmazlardan. Bu tür arabayla gezmeye de “game drive” denmekte. Etosha kurak bir bölge olduğu için buffalo görmedik. Fili de çok uzaktan görebildik. Aynı zaman diliminde instagram’da betonlaşmış bir fil karesi karşıma çıktı, fili yakından görebilseydik belki ben de aynı manzaraya şahit olabilecektim. Safaride fotoğraf çekmekten çok anı yaşamak daha mühim. Annesiyle birlikte su içmeye giden yavru aslanın neşesi ve annesiyle oyunları fotoğrafa sığamayacak kadar muazzam. Etosha’da safarinin yanında bir de tuz gölü olan Etosha Pan‘ı ziyaret ettik.
Etosha’da Gün Batarken
Su icmece
Neredeyim
Oryx
Brandberg
Etosha’dan Brandberg’e giderken Himba kabilesinin yaşadığı köye uğradık. Gruptaki arkadaşlara biraz tiyatro sahnesi gibi gelse de bence ilginçti. Giyimleri, üzerlerindeki killer, evler, görenekler dinlemeye değerdi. Brandberg Namibia’nın en yüksek noktası. Buradaki kampımızın sabahına fillerle uyandık. Kahvaltıya gelen fil ailesini bulunduğumuz yerde gözlemlemek çok eğlenceliydi. Fil ailesinde iki tane ergen fil olduğu için görevliler mesafemize dikkat etmemizi söyledi. Brandberg’de 2000 senelik çizimleri görmek için The White Lady‘e yürüyüş yaptık. The White Lady’ye ile kamp arasında yolun geçtiği alanda belli aralıklarla yer alan düzgün daireler var. Bunlara “fairy circle” denmekte. Araçta olduğumuz ve yol sarstığından fotoğrafını çekemedim ama ilginç olan bu dairelerin içinde otların olmaması. Rehberimizin dediğine göre oluşumu hakkında kesin bir bilgi yok. Brandberg’deki kampta ilk başarılı Samanyolu fotoğrafı çekimimi gerçekleştirdim. Güney yarım kürede olduğum için Samanyolu ufuk çizgisine paralel.
Himba
The White Lady
Filler
Samanyolu
The Fairy Circles
Sossusvlei
Deadvlei ve akasya ağaçları ile dans
Benim en merak ettiğim yer işte burasıydı. Rüya gibi bir yer. Akan nehrin yolunu kumulların kapatmasıyla ölü vadiler Deadvlei‘ler oluşmuş. Bütün bu kumullarla çevrili alana da çıkmaz Sossusvlei denmekte. Fotoğraflarda gördüğün akasya ağaçları 900 yıllık ve belli bir süre sonra taşlaşacakmış. Gün doğarken kumul tepelerinin bir tarafının siyah bir tarafının açık renk kalması nefis bir manzara çıkardı. Dune 45 denen büyük kumul tepesinin üzerine çıkmak öyle kolay değil. Kum sürekli kaymakta ve düz bir yüzey yok. Karda yürümek zordur olan şarkı sözleri kumda yürümek zor diye çevrilebilir.
Dune 45
Kumul
Deadvlei
Yüzey
The Fish River Canyon
Namibia’dan etkilendiğim en önemli şey barındırdığı yer yüzü şekilleri ve bunların çeşitliliği. Bütün rota boyunca hiç sıkılmadım ve hemen hemen her geçtiğimiz yerden etkilendim. Dünyanın en büyük 2. kanyonu The Fish River Canyon Namibia’da. En büyüğü adı üstünde The Grand Canyon :) Kanyonun büyüklüğü ve kuraklığı ürpertici, zaten yaz başlangıcı olduğundan gündüz kanyonun tabanına inmek yasak. Bu manzarada piknik yaparak gün batımını izledik. Çöl iklimini şiddetli hissetiğim bir duraktı. Gündüz çok sıcak ve gece soğuk olduğu için güneş battıktan sonra çok güçlü rüzgar çıktı. Çadırı sabitlemesem gece biraz zor geçebilirdi.
Aklımda kalan diğer detaylar
Namibia eskiden Alman sömürgesiymiş. Bu nedenle Almanca, Alman mutfağı ve mimarisinin etkilerini Swakopmund, Windhoek gibi büyük şehirlerde görmek mümkün. Güney Afrika’dan bağımsızlığını ise 1990’da elde etmiş. Afrikaans Hollandaca’dan daha çok Flemenkçe’ye yakın olsa da çat pat anladım bir çok şeyi. İngilizlerin Güney Afrika hakimiyeti sırasında bir çok İngiliz kökenli aile de var Namibia’da. Maalesef ana sermaye yurt dışından geldiği için dükkan sahipleri çoğunlukla beyaz ve çalışanlar siyahi.
Swakopmund civarında kumda kayma (sandboarding) aktivitesi mutlaka denenmeli, kum her deliğinize girecek :)
Namibia, hayvan ve yer yüzü şekli açısından çok çeşitli. Kurak ülke deyip geçmemeli.
Game meat mutlaka tadılmalı. Ben oryx ve springbok yedim, yumuşak güzel pişmişti. Aslanlar ağzının tadını biliyor :)
Çölün 5 hali yani her halini görmek için harika bir ülke. Sossusvlei’ye varmadan önceki akşam kaldığımız kampta ufak bir çöl hayatı turuna katıldık. Çölde hangi su kaynakları ile hayatta kalan canlılardan yağmurun çöl hayatına olumsuz etkilerine kadar bir çok farklı şey öğrendim.
Namibia ve Güney Afrika’nın para birimleri aynı değerde. Güney Afrika sınırına yaklaştıkça para üstünü Güney Afrika parası olarak almak değer kaybını önlemek için mühim.
4×4 kiralayıp üstünde de kamp yaparak Namibia’yı gezmek mümküm ama dediğim gibi yol bulma, benzin alma, aracın tamir ihtiyacı gibi şeylere hazırlıklı olmak gerek.
Türk pasaportuna vize gerekli, bu yüzden Belçika’ya gidip gelmiş olmak bile ayrı bir maceraydı. Bir kere kafaya koydum çok şükür de sonunu getirdim.
İnternet kapsama alanı çok iyi olmasa da 2 Euro’ya sim kart aldım ve bütün gezim boyunca çok hesaplı oldu. Millî parklarda para ile wifi’ya bağlanmak mümkün ama fiyat performans açısından kötü bağlantı. Telefonumla en azından ana yollarda araçta seyir halindeyken internete çok rahat bağlandım. 1 haftalık 1 Gb data paketi yaklaşık 2 Euro.
Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinnamibiaetiketine bakabilirsin. Bu arada ilginç bir şey oldu. instagram Himba kabilesinden bir kızın fotoğrafını paylaştığım için fotoğrafımı kaldırdı. Biliyorsunuz instagram kadın göğsü ucuna takık. Neyse, instagram bu fotoğrafımı kaldırırken gitmiş fotoğraflarımın etiketini de engellemiş. Etiketlediğim ülkeleri arayıp bulamaz oldum. Şikayet için kimseye ulaşamamak sıkıntılıydı. Bir sürü çabadan sonra bazı etiketlerim geri gelmiş ama #visneincubagibi “Top” sekmesinde fotoğraflarım görünmüyor, “Recent” sekmesinde görünüyor. Bilgine…
Mâlum bahar gelmek üzere. Hollanda’da lale tarlaları alabildiğine rengârenk olacak. Hollanda’ya gelen turistler Emirgan gibi bir park olan Keukenhof‘a akın edecek. Bense Keukenhof yerine senelerdir yaptığım gibi bu sene de keyifle lale tarlaları arasında Bollenstreek‘te Düldül’ümle gezeceğim 🚲.
Lalenin Osmanlı’dan Hollanda’ya gelişi
Hollanda’da bir süredir yaşasam da Hollandalılar’ın ticaret kafasına ve pragmatist yaklaşımlarına şaşırmaktan hâlâ kendimi alıkoyamıyorum. 16. yüzyılda devrin süper gücü Osmanlı’dan yardım istemek için Hollanda resmî heyeti Türkiye’ye gider. Konu İspanyollar’ın bölgedeki hakimiyetine karşı destek almaktır. Bu resmi ziyarette Osmanlı Heyeti hediye olarak lale soğanı verir Hollandalılar’a. Hollanda’ya ilk kez bu vesile ile gelen laleler o kadar çok sevilir ki lale çılgınlığı “tulip mania” başlar. Bu çılgınlığın meyvelerinden bir tanesi de ilk borsanın kurulmasıdır. Diğer meyvesi de bu lalelerin soğanlarını çoğaltmak için renk cümbüğü oluşturan lale tarlaları.
Keukenhof
Keukenhof aşağıdaki haritada da gördüğün gibi Lisse’e yakın girişi ücretli bir park. Giriş ücreti kişi başı 20 Euro civarında. Parkta bir çok lale türü ekili oluyor. İstanbul’da lale mevsimini görmüş hele Emirgan’ı ziyaret etmiş biri için çok ilginç bir yer değil. Bir de lale mevsimi olan Mart – Mayıs arası maalesef tur otobüslerinin katkısıyla aşırı kalabalık oluyor. Bisikletle parkın etrafından geçmek bile bu yüzden çok tatsız. Ben şahsen gelen misafirlerime Keukenhof’u değil Bollenstreek bölgesine gitmelerini öneriyorum.
Nedir Bollenstreek?
Lale soğanlarının çoğalması için ekilen lale tarlalarının bulunduğu Lisse civarı ve kıyı şeridi içinde kalan bölgeye Bollenstreek denmekte. Bollenstreek’te bir sürü çiçek tarlası yer almakta. Toprağı da ilginç bir şekilde kum gibi. Amaç soğanın çoğalması olduğu için anladığım kadarıyla bu kum türü toprak hem ekimi hem de soğanları çıkarmakta oldukça elverişli. İşte Hollanda’ya has olan manzara bu bölgede yer alan tarlalar. O alabildiğine uzanan renkli tarlaları laleler, sümbüller, zambaklar eşliğinde görmek muhteşem bir duygu. Bisikletle geçerken rüzgarın getirdiği sümbül kokusunu tarif edemem.
Rotam
Mart-Mayıs arası lale mevsiminde güneşli güzel bir havada Düldül’ümle yaklaşık 40 km’lik bir yol kat ediyorum. Amsterdam’da oturuyorum. Genelde Amsterdam-Zuid istasyondan Sassenheim‘a tren ile ulaşıp, Sassenheim’dan Lisse‘e doğru lale tarlaları gördükçe devam ediyorum. Sassenheim tren istasyonunda Bollenstreek Rotası ile ilgili bir sürü bilgilendirici pano bulunmakta. Ayrıca kısa bir rota için bile bir çok tarla yakın mesafede. Bu yüzden başlamasını en sevdiğim rota bu. Bir başka sene de tren hatlarında haftasonu olan bakım çalışması yüzünden Haarlem‘den Sassenheim‘a kadar gitmiştim. Haritada görünen şehirleri kapsayacak şekilde kendi rotanı sen de belirleyebilirsin. Tren durakları için Haarlem, Heemstede, Sassenheim’a ulaşmak bana daha kolay geliyor.
Bundan 3-4 sene önce bir lale tarlası sahibi kafeli bir konsept yaptı. Lale mevsiminde lale tarlasının yanına yatak, bisiklet, masa gibi dekorlar koyup çay, kahve, tatlı ikram etmekte. Tarlanın adı De Tulperij – Voorhout. Sassenheim istasyonundan bisiklet ile 13 dakika uzakta. Rotanın başında ya da sonunda mutlaka buraya uğramalısın. Kapanış saatini kontrol etmekte fayda var.
Olur da bu yazıdan ilham alıp Bollenstreek’e gidersen bana yorumlarını mutlaka aşağıda ilet, izlenimlerini merak ediyorum :)
Kamboçya serüvenimin ilk günlerinde gidebileceğim en uzak noktaya gidip yavaş yavaş gezimin son durağı olan Siem Reap‘e doğru yolculuk yapmak istedim. Bu nedenle Phnom Penh‘deki hostelde duvarda asılı olan güzergâhlardan öncelikle Ratanakiri‘yi bu bölgede Kamboçya’nın doğasını keşfetmek, şelalerini görmek ve “jungle”da kamp yapmak istediğim için tercih ettim.
Yolculuk
Otobüs firmalarının internet sayfaları olmasa da Kamboçya’da telefon sistemi güvenilir bir şekilde çalışmakta. Çoğu zaman biletlerimi oradakilerin yardımıyla telefon üzerinden aldım ve bazen gecikmeler olsa da kaldığım süre boyunca bir yerden alınacağım ne zaman söylense oradan hep alındım. Sabah erkenden hostelimden otobüs firmasının servisiyle Phnom Penh’deki otobüs terminaline gittim. Ratanikiri’ye 8 saat sürecek yolcuğumu yapacağım otobüs oldukça eskiydi. Otobüs terminali ve otobüsler bir an kendimi 1960 film setinde hissettirdi. Üniversite öğrencisi olan Chantha az biraz İngilizcesi ile iyi bir yol arkadaşı oldu.
Phnom Penh otobüs terminali
Eski otobüsler
Yol kenarında otobüs bekleme
Yol arkadaşım Chantha
Kamboçya – altın merakı
Eski otobüslerden detay
Yola çıktıktan 1 saat sonra polis otobüsü kenara çekti. Dışarı çıktık. Başta ne olduğunu anlamadım. Görünürde bir şey olmadığı için biraz rüşvet meselesi gibi geldi. Meğer yola çıktıktan sonra kaptan bir motorsikletliye çarpmış ama biz hiç fark etmedik. Otobüsün üzerinde oluşan bazı hasarlardan ötürü polis o otobüsle yolculuğa devam etmemize izin vermedi. Chanta yanımda olmasaydı bütün bu olanları nasıl anlayabilirdim bilmiyorum. Yol kenarında 2 saatten fazla bizi alacak yeni otobüsü bekledik. Bu arada otobüsteki diğer turistlerle tanıştım. Amelia ve Chris adında İngiliz bir çift de benimle aynı yerde kalacakmış Banlung’da. Bunu öğrendiğimde bilmediğim bir yerde bana eşlik edecek birilerinin olmasına sevindim.
Otobüste Kamboçya hakkında fark ettiğim bir başka detay ise erkeklerin de ziynet eşyalarına çok düşkün olmalarıydı. Çok zengin olmasalar da pazar yerlerinde camekân içinde satılan altınlara çok rağbet vardı. Otobüste önümdeki koltukta oturan küçük erkek çocuğu 24 ayar altın yüzük takması ilgimi çekti. Türkler’de küçük yaşta kız çocuklarına altın küpe takmak ve kız-erkek çocuklarına üstünde isminin yazdığı altın bileklik yaptırmak biraz geçmişte kalsa da bu gelenek Kamboçya’da farklı bir biçimde sürmekte.
Otobüslerin mola yerlerinde tencere yemekleri, soyulmuş ananas ve greyfurt, soslu tarantulalar ve çekirgeler, bambu içinde pirinç lapası vb. satılmakta. Türkiye’deki mola yerlerinden biraz farklı. Tencere yemeklerinde et olarak tavuk ve domuz çok kullanılıyor. Kırsal kesimde koyun ya da dana eti satıldığına pek denk gelmedim. Yemekler çok hijyen ortamda satılmasa da meyve ve pirinç lapası gibi şeylerle bir şeyler atıştırmış oldum.
Mola yeri – ananas
Mola yeri – greyfurt
Mola yeri – soslu örümcek
Yolda bazen uzun anlamsız molalar da oldu. Zaten sabah otobüs beklediğimiz için yolculuğumuz denilenden uzun sürdü. Bunun Kamboçya’da olağan bir şey olduğunu diğer yolculuklarımda anlayacaktım. 14 saat süren otobüs yolculuğundan sonra Banlung’a vardığımızda hava kararmıştı ve otobüs gündüz işlek olan ama akşam ıssız olan pazar yerinde bıraktı bizi. Uyanık tuktuk sürücüleri etrafımızı sarıp normaldeki ücretten çok fazla para talep ettiler. İngiliz çift ile aynı düşündüğümüz için o kadar para vermemekte hem fikirdik. Ben kalacağımız yeri Yaklom Hill Lodge’u aradım ve sahibi bizi arabayla pazar yerinden aldı.
Yaklom Hill Lodge, Banlung’un biraz dışında bungalow’ları olan doğa ile iç içe hoş bir yer. Tam kafa dinlemelik. Elektrik sadece akşam 6 ile 9 arası vardı ve internet yoktu. Yanıma el feneri almamıştım, böyle olacağını tahmin etmemiştim. Sağolsunlar bir tane ödünç el feneri verdiler. Biz epey geç vardığımız için mutfak ve elektrik biraz geç kapandı. Elektrikli şofbenin ılıttığı su ile 5 dakikada nasıl duş aldım bilmiyorum. Sanırım soğuk su ve açık havada karanlıkta kalma duygusu adrenali devreye soktu. Sineklik ve mum ışığında otantik bir ortamda güzel bir uyku çektim.
Banlung
Sabah kahvaltısından sonra kaldığımız yerden bizi Banlung’un merkezine gitmek için tuktuk çağırmasını istedik ama bekleyişimiz başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine Almanya’da bile otostop çeken biri olarak İngiliz çifti otostop çekmeye ikna ettim. Yol kenarında biraz yürüdükten sonra Kamboçyalı birinin arabasına yolcu olduk. İneceğimiz zaman biraz katkıda bulunmak istedik kendisine ama kabul etmedi. Turistlerle iş yapmayan Kamboçyalılar’ın gönüllerinin ne kadar zengin olduğuna tanık olduk.
Banlung, Ratanikiri bölgesinin merkezi ama küçük bir kasabadan farksız. Lonely Planet’in haritasından biraz daha şehre benzer bir yer hayal etmiştim. Haritada işaretli tur şirketlerini bulmak kolay olmadı ve ilk gördüğümüz Highland Tours‘un kapısından içeri girdik. Sıkı pazarlık sonunda o gün Banlung Şelaleleri‘ni ve Yeak Laom Gölü‘nü içeren turu ve ertesi gün “jungle“da kalmalı trekking turunu ayarladık.
Banlung Şelaleler ve Yeak Laom Gölü
Banlung’da minik minik bir çok şelale var. Bu şelaleler hem yerli hem yabancı turistlerden epey ilgi görmekte. Biz bunlardan sırasıyla Kachang, Katieng ve Cha Ong‘u gördük. Kachang‘a giderken yayan asma köprüden geçtik. Katieng‘in arkasından yürümek mümkün ama yosun tutmuş taşlar yüzünden parmak arası terliklerle kaymak çok olası. Cha Ong ise içlerinde en yüksek ve uzakta olanıydı. Hepsinin girişinde 2000 Riel gibi bir giriş ücreti alınmakta. Genel olarak şelaleler fena değildi ama etrafta çok çöp vardı. Kamboçya’da temizlikle ilgili genel bir yaklaşım görmedim. Sanırım eğitimsizlik yaşamlarının her alanında egemen olduğundan. Bir yerden sonra çöp kutusu aramanın nafile olduğunun farkına varsam da çöp kutusu bulana kadar taşıdım çöpümü.
Tuktukla şelalelere giderken Kamboçya’da her şeyin yol üstüne kurulduğunu gördüm. Oval biçimde genişleyen köyler yerine yol boyunca sıralanmıştı evler, dükkanlar, kısaca her şey. O yüzden Kamboçya’yı gezerken her 100 metrede bir şişe içinde benzin satan ve motorsiklet tamir eden evler, karşıdan karşıya geçerken hiç oralı olmayan domuzlar, her geçen turiste tükenmez bir coşkuyla el sallayan çocuklar hiç bitmedi.
Katieng Şelalesi, Banlung, Ratanakiri Bölgesi
Günü Yeak Laom Gölü‘nde bitirdik. Kaldığımız yere yakın olduğunu sandığımızdan oraya tuktukla gitmek yerine yürümeyi tercih ettik. Bu yüzden tuktuk sürücüsünden bizi Yaklom Hill Lodge’da bırakmasını istedik. Aslında göl o kadar yakın değilmiş kaldığımız yere. Bizi yanıltan kaldığımız yerin bahçesindeki işaretler ve el çizimi kroki oldu. Krokiye göre bir müddet yürüdükten sonra gün batımında gölde olamayacağımızı fark ettik. Bu sefer günün son otostopunu göldeki kafelerden birine hindistancevizi taşıyan bir çiftin kamyonetinin arkasında gerçekleştirdik. Bu Kamboçyalı çift o kadar tatlıydı ki bizi beklediler geri götürmek için ve yine bizden hiçbir katkı kabul etmediler. Yeak Laom Gölübir krater göl. Varır varmaz bütün gün gölde yüzme hayalimi gerçekleştirdim. Gölde yüzmeyi seviyorum. Gün batımına 1 saat kaldığı için çok tenhalaşmıştı. Sessizliğin ve doğanın tadını kısa da çıkarabildik. Hareketli bir gün için güzel bir kapanış oldu.
Jet lag konusunda uzman değilim ama sık seyahat ettikçe kendimce jet lag olmamayı başarmaya başladım. İşim nedeniyle senede bir kaç kez Amsterdam’dan Kuala Lumpur’a ve Amerika’ya uçuyorum. Jet lag’den nasıl kaçınıyorum bu yazıda topladım. Bir bakıma insanlık için küçük ama benim için çok önemli detaylar. Uçuş yönü ve uçuş süresi benzerliklerine göre size de faydalı olabilir.
Saatler: Öncelikle havaalanına doğru yola koyulduğumda saatimi gideceğim yerin saatine göre ayarlıyorum. Kol saatime ve cep telefonuma baktıkça biyolojik saatim de kendini uyum için hazırlamaya başlıyor. Bu noktada ayrılacağım yerde saatin kaç olduğunu düşünmekten kaçınıyorum.
Cam kenarı: Bazı yönlerde uçakta uyumak jet lag’i önlemek için gerekli. Koridorda ya da ortada otururken uyuyamadığımdan pencere kenarını seçmem gerekmekte. Eskiden koltuk seçimimi hep check-in zamanı yapardım ve bazı uçuşlarda cam kenarında boş koltuk bulamazdım. Meğer rezervasyon oluşturulduğu andan itibaren koltuk seçimi yapılabiliyormuş. Ben yeni öğrendim. Bunu öğrenmeden önce hep şaşırırdım check-in’in ilk dakikaları bazı koltukların seçili olduğunu görünce. Havayolları firmalarında rezervasyon sırasında koltuk seçimi farklılaşabiliyor. Örneğin; Türk Havayolları’nda uçuşları seçtikten sonra çıkan sayfadan, KLM’de de rezervasyon yaptıktan sonra “My bookings” kısmından koltuk seçimi yapılabilmekte.
KLM – koltuk seçimi
THY – koltuk seçimi
Seat Guru – Koltuk bakmaca
Koltuk aralığı: Özellikle uzun uçuşlarda bacakları uzatmak gerekli. Maalesef bazı uçaklarda eğlence sisteminin kutuları öndeki koltuğun altına yerleştirildiği için bu pek mümkün olmamakta. Koltuk seçimimi yapmadan önce Seat Guru‘nun sayfasından uçağımın planına bakıyorum. Seat Guru koltuğun tuvaletin önünde olduğunu ya da manzarasız olduğu gibi çok çeşitli pratik bilgiler vermekte.
Özel yemek seçimi: Jet lag olmamak için aşağıda belirteceğim gibi bazı uçuşlarda erken yemek yemek önemli. Yemek servisi genelde özel tercih edilen yemeklerle başlar. Uçakta yemeğimin erken gelmesi için check-in’den en az 36 saat önce özel yemek tercihi yapıyorum. Bunu özellikle protein almak ama domuz yememek için Müslüman yemeği seçerken fark ettim. Yoksa vejeteryan seçeneği makarna oluyor genelde. Sadece karbonhidrat alıp çabuk acıkıyorum. Böylelikle hem yemeğimi herkesten önce yiyorum hem de istediğim yemeğin kalmaması gibi bir durum yaşamıyorum.
Bu uçuşta akşam 9 uçağını seçiyorum. Uçağın kalkması, yemeğimi yemem vs. gece 12’ye doğru bitiyor ve bu civarda uyuyorum. 7-8 saatlik bir uykudan sonra Kuala Lumpur’a vardığımda öğleden sonra saat 3-4 oluyor. Oranın saatiyle gece 12’ye kadar dayanınca jet lag’i atlatmış oluyorum.
✈ Kuala Lumpur’dan Amsterdam’a
Uçuş süresi: 13 saat 20 dakika
Saat farkı: 7 saat
Bu uçuşta gece 12 uçağını tercih ediyorum. Uçağa bindiğimde Amsterdam’da saat sabahın 5’i olduğu için gece geç uyuduğumu varsayıp Amsterdam saatiyle sabah saat 10’a kadar uyuyorum, yaklaşık 5 saatlik bir uyku demek bu. Öğlen Amsterdam’a vardığımda normal günüme devam edince jet lag olmuyor.
✈ Atlanta’dan Amsterdam’a
Uçuş süresi: 8 saat 45 dakika
Saat farkı: 6 saat
Bu uçuşta Atlanta saatiyle akşam 6-7’deki uçağı özellikle seçmiyorum. Saat farkı ve uçuş süresi hemen hemen aynı olduğundan gece uykusunu alamadan sabahın köründe Amsterdam’a varmak jet lag olmayı kaçınılmaz yapmakta. Bu yüzden gece 12 uçağını seçip hemen uyuyorum. Uyandığımda Amsterdam’a varmış oluyoruz ve öğle vakti olduğu için sabaha nazaran daha az vakit oluyor geceyi getirmeye.
✈Amsterdam’dan Atlanta’ya
Uçuş süresi: 8 saat 45 dakika
Saat farkı: 6 saat
Öğleden sonraki uçaklar uzun bir gün geçirmemi sağlıyor. Uçuş süresi ve yönü yüzünden bu uçuşta uzun uyumamak gerekmekte. Bazen belki 1 saat kestiriyorum uçakta. Uçakta hiç uyumadığımdan yeterince yorulmuş oluyorum ve aktarmamdan sonra akşam saat 8-9 gibi otelime vardığımda geceye az biraz daha dakikalar sayarak jet lag ile kolaylıkla mücadele etmekteyim.
Özetle varılan yerde geceyi beklemek ve yatağa geçer geçmez uyuyacak kadar yorgun olmak jet lag olmamak için en önemli şey. Bunu göz önüne aldıktan sonra gerisini ayarlamak size kalmış.
Vişne Kiraz, jet lag’siz uçuşlar diler! :)
(Vişne Kiraz, Şubat 2015)
Not: instagram’dan yüklediğim fotoğrafları bir türlü ortalayamadım. Bilen varsa beri gelsin lütfen :)
Ağustos ayında İsviçre Alpleri’nde geçirdiğim yamaç paraşütü kazasından sonra ilk macera durağım oldu İzlanda(kazanın detaylarını bir ara anlatırım sizlere). Doğası harika bu güzel ülkeyi ne zamandır görmek istiyordum, kısmet kazayı ucuz atlatmayı ve hemen hemen sağlığıma yeniden kavuşmayı kutlamadaymış :)
Seljalandsfoss
Blue Lagoon (Varış)
Havaalanına indikten hemen sonra soluğu Blue Lagoon‘da aldım. Araştırmalarım sonucu Blue Lagoon’a uğramanın havaalanından dönerken ya da havaalanına giderken uygun olduğunu öğrendim. Blue Lagoon, Keflavík Havaalanı‘na çok yakın. Reykjavík‘de kalıyorsanız sırf buraya gelmek için 1 saatlik yol katetmenize gerek yok, e bir de bunun dönüşü var tabii. Bu bilgi çok isabetli oldu. Uçaktan inmemle kendimi Blue Lagoon’un sıcak sularına bırakmam yaklaşık yarım saat sürdü :) Ayrıca Blue Lagoon için fazladan zaman ayırmama gerek kalmadı.
İzlanda Kuzey Amerika ve Avrasya fay hatlarının tam üstünde yer aldığı için tektonik hareketlerin fazlaca yaşandığı aktif bir bölge. Bunun nimetlerinden biri de kaplıcalar ve jeotermal santraller. Gezerken yerden yükselen dumanların buhar olduğuna alışmak biraz zaman alıyor. Aslında bu sıcak suların keyfi nehir yatağına karışan doğal bir yerde çıkardı ama keşif için araba ve biraz daha fazla zaman gerekiyordu. Tek başıma olduğum ve araba ayarlamadığım için İzlanda keşif gezimde (bir daha gitmeli, belki beyaz gecelerde kiralık araba ile gezip kamp yaparak) Blue Lagoon ile yetindim diyelim.
Blue Lagoon
Blue Lagoon
Blue Lagoon
Türkiye’deki bir çok kaplıca kapalı ortamda hizmet verdiği için kükürt kokusu bir yerden sonra insanı yorabiliyor. Blue Lagoon’un açık havada olması, temiz hava ve güneşle birleşince harika bir atmosfer oluşturmuş. Bir yandan sıcaktan bunalmıyorsunuz, bir yandan da kemikleriniz (hele benim gibi kaza sonrası çatlamış omurunuz varsa) bayram ediyor. Aşağıdaki videoda mayışmaktan nasıl cümleleri toparlayamadığımı izleyebilirsiniz. Küçükken anne ve babamın kardeşimle beni zorla götürdüğü kaplıca konseptini şimdi seviyor olmam sanırım yaşlanma belirtisi :)
Tesis temizlik ve servis konusunda çok başarılı. Fiyat tarifesine ve sunulan hizmetlere buradan erişebilrisiniz. Blue Lagoon’dayken ücretsiz kil istasyonlarına uğrayıp yüzünüze maske yapmayı (nasıl sonuç vereceğini kimse asla tahmin edemez ;) ) ve havuzun yanındaki bardan soğuk bir şeyler içmeyi sakın ihmal etmeyin.
Golden Circle (1. gün)
İzlanda gezimi planlarken yaşadığım en büyük sıkıntılar yer adlarını kolayca çıkaramamak ve turların nereleri kapsadığını anlayamamak oldu. Hangi turda nereler var? O turla bu turun farkı ne? Kesişiyorlar mı? İzlanda alfabesindeki harfin Latin alfabesindeki karşılı nedir? Bu nedenle katıldığım turlarda nereleri ziyaret ettiğimi tek tek not aldım, size de faydalı olur umarım. Haritamda Google Maps’ten bulabildiğim kadar yerlerini de işaretledim. Görünen o ki 4 günde adanın sadece güney batı kısmını gezebilmişim.
Golden Circle‘ın en temel turlardan biri olduğunu gördüm plan yaparken. İzlanda’nın en büyük jeotermal santrali Hellisheiði‘i ziyaret ederek başladık gezimize. 30 km yol kateten 88-92°C suyun sadece 2°C kayıpla evlere ulaşması böyle soğuk bir ülkede oldukça etkileyici. Sıcak su ayrıca yer altına döşenen sistemlerle kaldırımlardaki ve yollardaki karın ve buzun temizlenmesi için kullanılmakta. Kar küremekle uğraşmıyor İzlandalılar :)
Kerið Krateri küçük ama oldukça güzel bir krater. Yukarıdan etrafını dolaştıktan sonra aşağıya gölün kenarına indim. Bu kadar sadelikte bir doğa parçasının beni ne kadar etkilediğine şahit oldum. Aşağısı sessiz ve gölün kenarında bir bank var. Bir müddet oturup manzaraya bakmak iyi geldi.
Kerið Krateri
Faxi
Geyser
Faxi Şelalesi(Vatnsleysufoss), Gullfoss‘un devamında yer alan küçük sevimli bir şelale. İzlanda’da jeotermal enerji yaygın olduğu için şelaleler hidroelektrik santraller için kullanılmamakta. Bu nedenle şelaleri her daim doğal akışında görebilmek mümkün. İzlandaca’da yer adları genelde yeryüzü şeklinin adını da içinde barındırmakta. Bu ipucundan sonra biraz önce yazdığım iki şelale adından “foss” kelimesinin şelale olduğunu çıkarmak kolay. Aynı şekilde meşhur Eyjafjallajökull’deki jökull – buzul, başkent Reykjavík gibi bir çok şehir isminde geçen vík – koy demek. Bu bilgi, Vikinglerin adının “koydan gelen” olduğunu öğrenmek ya da plan yaparken gitmek istediğiniz yerin isminden ne tür bir yer göreceğinizi anlamak açısından faydalı olabilir.
Gullfoss‘un bire bir çevirisi Altın Şelale imiş. Bu turun adındaki altın kelimesinin bu şelaleden geldiği söylenmekte. Gullfoss, büyüklüğü ve gücüyle heybetli bir şelale. Brezilya – Arjantin sınırındaki Iguazu ve Kanada – Amerika sınırındaki Niagara şelalelerinden sonra gördüğüm büyük şelalerden biri oldu Altın Şelale. Yukarıdan ve vadiden yürüyerek yakınından görebilmek mümkün.
Gullfoss
Golden Circle’ın en ilginç durağı Hvítá Nehri üzerindeki Strokkur Jeotermal Bölgesi. Ne zaman patlayacağını kestiremediğim bir bombayı andıran Geysir‘ı izlemek, bölgede yürürken her yerden film setindeymişim gibi yükselen buharları görmek, “Aman suya dokunmayın!” ikaz tabelalarına tanık olmak benim için ilkti. Patagonia‘da ilk kez gördüğüm buzullar gibi bundan sonra her gördüğüm “geyser” için referans noktam olacak İzlanda.
Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı turumuzun son noktasıydı. Berrak ve soğuk nehirlerin geçtiği, su şişemi direkt nehirden doldurabildiğim, kocaman alabalıkların korkusuzca yüzdüğü, Avrasya’dan Kuzey Amerika’ya yürüyebildiğim bir parktı burası. Bir daha İzlanda’ya gelirsem daha çok zaman geçirmek istediğim yerlerden biri kesinlikle bu park. Belki de kamp yaparım burada, belli mi olur? :)
Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı
Golden Circle Rotası – 1. Hellisheiði Jeotermal Santrali 2. Kerið (Kerid, Kerith) Krateri 3. Faxi (Vatnsleysufoss) Şelalesi 4. Strokkur ve Geysir 5. Gullfoss 6. Þingvellir (Thingvellir) Millî Parkı
(Bu tura Sterna Travel ile katıldım. Turun küçük gruplar halinde olması ve rehberin kendi hayatından yöre ile ilgili örnekler vermesi iyiydi, fakat rehberin bilgisinin kısıtlı olması ve zamanı çok iyi yönetememesi biraz sıkıntılıydı.)
Aurora Borealis rüyası
Aurora Borealis – İzlanda
Bu rüya öyle gerçekleşmesi kolay bir rüya değil. Şartların oluşması kadar sizin sabrınıza da çok bağlı. Bütün gününüzü İzlanda’nın doğasını keşifle geçirdikten sonra odanıza gelip, yemek yiyip duş alıp gecenin köründe yine yollara düşmek ve soğukta bir mucizenin gerçekleşmesini ve buna şahit olmayı beklemek hayatımızda olmasını istediğimiz her güzel şey gibi tabii ki emek istiyor. Hele bir de göremeden döndüğünüzde hayal kırıklığı ile o gece geç yatmak ertesi günkü planlarınız için erken kalkmanızı zorlaştırmakta. Azmederseniz kuzey ışıklarını görene kadar yaşanacak bir döngü bu.
İlk akşam Blue Lagoon’dan döndükten sonra çıktığım turda kuzey ışıklarını göremedim. Gece 1.30’da odama geldim, sabah 7.30’da Golden Circle turuna katılmak üzere hemen yattım. Ertesi gece yani 2. gece odamda hazırlanırken zorlandım biraz. “Umarım bu akşam görürüm!” diye dua ettim. Çünkü kısıtlı bir zaman diliminde bu mucizeyi görmeye bu kadar yakınken evime dönene kadar bunu deneyeceğimi ve her seferinde iyice zorlaşacağının farkındaydım. Çok şükür 2. gece çıktığımda dolunaya rağmen kuzey ışıklarını Aurora Borealis‘i bir diğer deyişle Northern Lights‘ı görme şansına sahip oldum. Gökyüzünde dans eden yeşil ışıkların altında hayal kurmak güzeldi. Başta tam anlayamasam da gözlerim alıştıkça artık nerede dans ettiklerini yakalayabilmeye başladım. Gecenin köründe o soğuğu hiç hissetmedim. Yeni bir şey keşfedince/görünce duyduğum mutluluk/heyecan beni sıcak tutuyordu. İnsanın hayallerinin gerçek olması ne güzel :) Odama gelip başımı yastığıma koyduğumda yüzümde hala kocaman bir tebessüm vardı.
O gece karşıma çıkan kuzey ışıkları – İzlanda
Benim gibi Amsterdam’da expat olarak yaşayan The Kitchen Crashers‘ın bloguna denk geldiğimde kuzey ışıklarını görmüş bu şanslı çiftin İzlanda’ya ekim ayının ikinci haftası gitmiş olduğunu öğrenmem benim de İzlanda tatilimi aynı zamana denk getirmemde etkili oldu. Kuzey ışıklarını görmek için gökyüzünde aktivite olması kadar gökyüzünün bulutsuz olması da çok önemli. Gecelerin uzamaya başladığı ağustos ayının sonundan marta kadar kuzey ışıkları gerekli koşullar oluşursa görülebilmekte. Eylül ve ekim aylarının şanslı olduğu söylenmekte.
Batı İzlanda kıyıları: Snæfellsnes (2. gün)
Snæfellsnes Yarımadası minik kasabalardan ve değişik kaya formlarının yer aldığı muhteşem kıyılardan oluşmakta genel olarak. Yaz mevsimi bittiği için puffin göremedim ama suda zıplaya zıplaya karaya doğru çılgınca yüzen bir fok balığını izledim Ytri Tunga kıyısında. Arnarstapi‘de yöresel bir lokantada mola verdik. İzlandalı bir teyzenin işlettiği bu lokantada içtiğim kuzu etli çorba kjötsúpa, İzlanda’da kaldığım süre zarfında içtiğim en lezzetli kjötsúpa idi.
Djúpalónssandur Sahili
Kuzu etli çorba – Kjötsúpa
Arnarstapi
Lóndrangar Kıyıları‘nda volkanik kayaların her biri adeta bir heykeli andırıyordu. Djúpalónssandur Sahili büyüklüğü, gri siyah tonları ve sessizliğiyle güney kıyılarındaki Dyrhólaey Sahili kadar olmasa da başka bir gezegende hissettirdi kendimi. Zaten İzlanda’nın dünyaya hiç de ait olmayan bir havası var. Bu sahilde karaya oturmuş bir gemi enkazı mevcut. Biraz ilerisinde de eskiden birinin balıkçı olup olmayacağını sınadıkları ağır taşlar var. Eğer kişi 54 kilo olan taşı kaldıramazsa balıkçı olamazmış.
Lóndrangar Kıyıları
Lóndrangar Kıyıları
Djúpalónssandur Sahili
Günün sonuna doğru yarımadanın kuzeyindeki Kirkjufell Dağı‘na şöyle uzaktan bir baktık. Bu dağın lava katmalarından oluşan ilginç bir yapısı ve şekli var. Bu yarımadanın en karakteristik yeryüzü şekli olabilir karizmatik duruşuyla.
Kirkjufell Dağı – İzlanda
Son olarak The Secret Life of Walter Mitty (2013) filminde Grönland’da geçen helikopter sahnesinin çekildiği kasaba Stykkishólmur‘da (Himalayalar kısmı da İzlanda’da çekilmiş) limanın etrafından dolaşıp tepedeki deniz fenerine çıktım, kasabanın caddelerinde yürüyerek renkli İzlanda evlerinin fotoğraflarını çektim. Bu arada kaldığım hostelde Çinli bir gencin Walter Mitty’den esinlenip İzlanda’ya geldiğini öğrendim. İnternetten araştırmış, bir çiftlikte kalacak yer ve yemek karşılığı gönüllü bir iş bulmuş. Filmi ben de beğenmiştim, özellikle İzlandalı Of Monsters and Men grubunun şarkılarının kullanıldığı kısımlar İzlanda’nın nefes kesen manzarasıyla bütünleşince beni zaten gitmek istediğim İzlanda için epey gaza getirmişti, ama bu Çinli arkadaş kadar gözümü karartmamıştım. Bir müddet kalıp çok pahalı İzlanda’yı gezmek için güzel bir yol bulmuş kendisine. İnsanın hayallerini gerçekleştirmek için içinde bulunduğu kısıtlamalardan çıkıp kendine çözüm yolu bulması takdir edilesi.
Batı İzlanda ile ilgili detaylı bilgiye bu broşürden erişebilirsiniz.
(Bu tura Reykjavík Excursions ile katıldım. Bu tur sadece çarşamba ve cumartesi günleri düzenlenmekte. Rehberimiz bölge konusunda çok bilgiliydi. Reykjavík Excursions ülkedeki en büyük tur şirketlerinden biri ve bu yüzden düzenlediği turlar büyük gruplar halinde oluyor. Küçük grupla gezmeyi daha çok sevdiğim için Snæfellsnes Yarımadası’na bu şirketle değil Iceland Horizon ile gitmek istemiştim. İstediğim şirketin turunda yer kalmadığı için mecburen Reykjavík Excursions ile gittim. Beklediğimden oldukça iyiydi. Büyük şirket olması son dakika yer bulmamı kolaylaştırdı.)
Yöre insanıyla yürüyüş (3. gün)
Lonely Planet’i karıştırırken gözüme Útivist adlı tur şirketi çarptı. Bu şirketin İzlanda’nın farklı bölgelerine yürüyüşler (hiking) düzenlediği ve genellikle İzlandalılar’ın katıldığı yazıyordu. Önceki yazılarımda bahsetmişimdir belki, gezmeye başladıktan bir müddet sonra turist olarak görülecek yerler kadar gittiğim yerlerdeki günlük hayatlar da ilgimi çekmeye başladı. Bu nedenle gittiğim yerde yaşayan arkadaşım varsa önceden haberleşip en azından birlikte bir yerlerde otutup bir şeyler içmeyi teklif ederim. Karşıma çıkan oralı insanların hayatlarını daha iyi anlamaya çalışırım. Amsterdam’da yaşamaya başladıktan sonra bunu yapmayı daha çok sever oldum. Çünkü insan paylaştıkça dünyanın neresinde olursa olsun insanların benzer güzellikler, benzer sıkıntılar yaşadığını görüyor. Bu da yalnız olmadığımı görmeme neden olduğu için hoşuma gidiyor. O yüzden bu tura İzlandalılar ile vakit geçirmek için katılmak istedim.
Útivist
Güzergah yukarıdan aşağıya
Biraz değişiklik
İnternet sitelerinde İngilizce seçeneği olsa da çalışması sıkıntılıydı. Gezilerin olduğu sayfayı Google Chrome’da İzlandaca açtım ve otomatik olarak İngilizce’ye çevrilmiş halinden katılmak istediğim geziye kayıt olmak istedim. İzlanda kimlik numaram olmadığı için formu doldurmayı başaramadım. Bir kaç yazışmadan sonra e-posta aracılığıyla kaydımı yaptırdım.
Mars’ta mıyım?
Crowberry
Lavadan doğal kaydırak
Otobüs terminalinde buluşup Vogar’a doğru hareket ettik. Vogar‘dan başlayıp Grindavík‘e kadar 15 kilometre yürüdük. İzlanda millî müzesinde bir sene çalışacak olan Danimarkalı, İzlanda’da bir sene dadılık yapacak Amerikalı ve bendeniz bu yerel yürüyüşe katılmış 3 yabancıydık. 10 İzlandalı ile güzel bir gün geçirdik. 6 saat süren yürüyüş boyunca bir çok şeyden konuştuk. Yürüdüğümüz güzergah İzlanda’ya 1700’lerde yerleşenler tarafından sıkça kullanılırmış. Lava bölgesinde olan bu yolda kayalardan başka pek bir şey yok. Ama ilginç olan bu kayaların üzerinde yıllardır yürüyen ya da atla geçen insanların oluşturduğu oyuklar. Kayanın üzerine basa basa şeklinin değişebileceğini hiç düşünmemiştim. Kahve molalarında İzlandalılar’ın ikramları bizi mutlu etti. Ayrıca bir “berry” çeşidi daha öğrenmiş oldum: crowberry! Kaya parçalarının üzerini kaplayan kısacık iğne yapraklı bitkinin meyvesi ölü görünen bu topraklarda alışkın olmadığım bir hayat olduğunun kanıtıydı.
Sonbahara dokunuş
Mola
İzlanda ikramları
Yürüyüşün sonunda İzlandalılar kendilerini İzlanda’ya özgü dondurma yiyerek ödüllendirdiler :)
South Shore (4. gün)
Bu geziye başlamak için yaklaşık 2 saat yol katetmek gerekti. Haritadaki kadar küçük olmadığını gezince daha iyi anladım. Ülkenin ıssızlığını ve boşluğunu hayal edebilmeniz için şu bilgiyi vereyim: İzlanda yaklaşık 100.000 km2 ve nüfusu 300.000. Yani 1 km2‘ye 3 kişi düşmekte.
Bu turdaEyjafjallajökull‘un eteklerinde yaşayan, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir ailenin Avrupa hava trafiğini kitleyen meşhur patlama öncesi ve sonrası hayatlarını anlatan belgeselin gösterildiği ziyaretçi merkezi görülmeye değer.
Seljalandsfoss’un arkasında
İzlanda’da volkanik toprakta ağaç yok (zaten gördüğümüz ağaçlar İzlanda’ya sonradan getirilmiş, aynı şekilde koyunlar ve atlar gibi). Kendine has çoraklığı olan bu topraklarda birden tepenin üzerinden fışkıran şelaleleri görmek olağanüstü bir duygu. Belki kocaman değiller ama her yerden karşıma çıkmaları harika! Skógafoss‘u yanına kadar yürüyebildiğim için, Seljalandsfoss‘u da arkasından dolaşabildiğim için çok beğendim.
Dyrhólaey Sahili, İzlanda’daki en tehlikeli sahillerden biri. Güçlü ters akıntılar yüzünden bir çok balıkçı hayatını kaybetmiş burada. Hatta kamp yapacaklar için bu bölgede gecelemenin yasak olduğuna dair tabelalar bulunmakta. Siyah kocaman kumsal masmavi okyanusla alışık olmadığım iki rengi bir araya getirmişti. Epey ileride karşımdaki yamaçta dinamik rüzgarda yelken uçuşu yapan iki yamaç paraşütü gördüm. Bir dahaki ziyaretime uçacağım yeri de gözlerimle görmüş oldum böylelikle.
Dyrhólaey Sahili’nde mağaranın parçası oldum :)
Dyrhólaey Sahili
Skógafoss
İzlanda’da buzulları ayrıca görmek istemesem de turun bir parçası olduğu için Sólheimajökull buzuluna uğradık. İlginizi çekiyorsa buzulların üzerinde yürümek için özel turlar mevcut. Buzullar üzerlerindeki küller yüzünden Patagonia’dakiler kadar etkilemedi beni. Vikingler’in buzulların üzerindeki karartıları görüp hayalet gördüklerini sanmaları üzerine etrafta dolaşan hikayeler varmış. Sonuçta elflere ve hayaletlere inananlarla dolu bir ülke İzlanda, normal :)
South ShoreRotası – 1. Eyjafjallajökull Ziyaret Merkezi 2. Skógafoss 3. Dyrhólaey Sahili 4. Vík Kasabası 5. Sólheimajökull Buzulu (glacier) 6. Seljalandsfoss
(Bu tura Iceland Horizon ile katıldım. Tripadvisor’da okuduğum iyi yorumlar ve uygun fiyatlar beni bu şirkete yönlendirdi ama gitmeden 1 hafta önce yazışmama rağmen sadece South Shore gezisinde yer bulabildim. Şirketin sahibi ve gezimizin rehberi David, İzlanda ve rotamızla ilgili çok güzel bilgiler verdi gezi boyunca. Çok memnun kaldım.)
Aklımda kalan diğer detaylar
Japonya’ya pahalı diyenler İzlanda’yı süper ötesi pahalı bulabilir. Japonya gezi yazımda bahsetmiştim Japonya aslında abartıldığı kadar pahalı değil diye. Ama İzlanda gerçekten pahalı. Kamp yapmak, grup halinde gelip araba kiralamak çok çok tasarruflu olur. Elimi neye attıysam pahalıydı. Mümkün olduğunca günlük gezilere sandviç, kuruyemiş ve meyve götürdüm. Akşamları da özel bir yerde yemedikçe hostelin mutfağında yemek yaparak masraflarımı dengelemeye çalıştım.
Adadaki tek ucuz şey hatta bedava olan şey su. Hostelde resepsiyondaki görevliye “Çeşme suyu içilebiliyor mu?” diye sordum. “Sularımız buzullardan gelmekte, afiyetle güvenle içebilirsiniz!” cevabını aldım. Hayatımda içme suyuna bu kadar güvenen ve böyle tasvir eden biriyle karşılaşmamıştım.
İzlanda doğasıyla harika bir yer ama gezdiğim zaman zarfında sürekli “Adada yaşamak nasıl bir duygudur? Burada yaşabilir miyim?” diye düşündüm. Kışın alacakaranlıkla beraber gelen karanlık ve adanın kısıtlı ve başka şeylere bağlı olması sonsuzluğun içinde bir kafesi çağrıştırdı. Karayipler bile olsa adada yaşama fikri bana sıcak gelmiyor. Güneş görmeden bir adada İzlanda olsa bile yaşayamam sanırım.
Kredi kartı hemen hemen her yerde, banka kartı (debit card) ise bir çok yerde geçmekte. Paranızı İzlanda kronuna çevirmenize gerek yok. Belki bahşişler için belli miktar nakit bulundurmak faydalı olabilir.
Reykjavík sokaklarında gezerken tam “Hayret! Bir Türk girişimci gelip de burada bir döner dükkanı açmamış.” diyordum ki başkentin en işlek caddesinde Durum diye bir mekan gördüm. Menüsünde döner ve kısır vardı. Merak ettim, içeri girip görevliye sahibinin nereli olduğunu sordum. Adam Türk bayrağını gösterdi. Sahibi dükkanda olsaydı tanışmak isterdim. Hangi rüzgar onu buralara atmıştı acep? Yan dükkanı da Meze diye bir restoran, Türk yemekleri satılmakta.
İzlanda’ya WOW Air (sadece yaz aylarında hizmet veriyor) ve Norwegian ile uygun fiyata uçabilirsiniz.
Bu video da bana bir dahaki sefere yamaç paraşütümle İzlanda’ya gitmek için hatırlatma notu olsun:
Bu gezi yazımı okuduktan sonra The Secret Life of Walter Mitty (2013)’yi izleyin. Üstüne Of Monsters and Men’in Dirty Paws şarkısını dinleyin tekrar tekrar. İnanıyorum İzlanda planlarınızı öne çekmede etkili olacaktır :)
Sağlımıza ve hayallerimizin gerçekleşmesine! :)
(Vişne Kiraz, Ekim 2014)
Bu yazı 22 Ekim 2014 tarihinde Radikal Blog‘da yayınlanmıştır.
Bu sefer günümüzde var olmayan bir ülkeye gidiyor gibi evden çıktım. İspanya‘ya değil eski Endülüs‘e gidiyordum. O yüzden biraz farklıydı heyecanım bu yolculukta. Özellikle İspanya’nın güneyini etkileyen ve hala ayakta kalan Endülüs Emevileri‘nin mimarisini çok merak ediyordum. Nereye gidiyorsun diye soranlara Endülüs’e dedim bu sebepten. Ha bir de böyle içinde gezerken zaman yolculuğuna çıkmak istediğim Persepolis var “bucket list”emde.*
Yıldızlar – Alcázar of Seville
İlk durak Córdoba
Endülüs’ün dar sokaklarında keşfe Córdoba ile başladık. Bu yörede en sevdiğim şehir oldu küçüklüğü ve sevimliliğiyle. Sokakları boydan boya yıkayan temizlik görevlileri bana küçüklüğümde Adana’da anneannemin evinin merdivenlerini sokağa kadar yıkattığı yaz tatillerini hatırlattı. Ne de olsa o sıcakta azıcık serinlerdik biz, ev ve sokak.
Jewish Quarter – Córdoba
Gece geç yatan ve öğlen siesta yapan İspanyolların sabah erken saatlerde ücretsiz müze ziyareti olanağı sağlamalarına çok güldüm. “Abi biz beceremiyoruz erken kalkmayı, sen yapabiliyorsan gözümsün!” misali sabah 8.30-9.30 Mezquita de Córdoba‘i ve Alcazar de los Reyes Cristianos‘u ücretsiz ziyaret edebilirsiniz. Bu arada siestanın İspanyollara Emeviler zamanından kalma bir alışkanlık olduğunu öğrendiğime çok şaşırdım. Kuşluk vakti uykusu ile siesta arasındaki ilişki aslında geçmişe yaptığım yolculuğumun günümüzdeki güzel işaretlerinden biri oldu.
Hostel sahibi José sayesinde harika bir harita ile tanıştım bu gezimde. Avrupalı gençlerden oluşmuş USE-IT grubu gönüllü olarak genç turistler için haritalar hazırlamakta. Öyle keyifle hazırlanmış ki gezdirirken eğlendiren türden :) Şimdilik 45 şehir için haritaları var. Hangi şehirlerin haritaları var diye bakınırken gittiğim yerleri Use-It haritaları ile gezsem tekrar diye hayıflandım. Córdoba haritasını ücretsiz olarak buradan indirebilirsiniz. Şiddetle tavsiye ederim!
Ayasofya’ya benzeyenMezquita de Córdobasırasıyla kilise-cami-kilise dönüşümleri yaşamış. İslam mimarisindeki ışık oyunları hep çok hoşuma gitmiştir. Bana ayrı bir huzur verir. Burada yakaladığım ışık ile “huzur” adlı eserimi çektim diyebilirim. Altın yaldızlı mihrap Emevilerin mimaride estetik anlayışlarının ne kadar üst seviyede olduğunu gösteren harika bir yapıt, bugüne kadar gördüğüm en güzel mihrap.
Huzur – Mezquita de Córdoba
Mezquita de Córdoba
Mihrap – Mezquita de Córdoba
Jewish Quarter‘ın sokaklarında kaybolduk bilerek ve isteyerek. Beyaz duvarların üzerindeki renkli saksılar, minik şirin dükkanlar, tabanı bile renkli seramiklerle döşeli balkonlar arasında yürümek güzeldi.
Alcazar de los Reyes Cristianos‘un bahçelerine bayıldım. İslam mimarisinin bir parçası olan avluları ve havuzları oluşturdukları atmosferle beni dış dünyadan uzaklaştırıp götürdü. İlginç şekillerde budanmış ağaçların ve rengarenk çiçeklerin arasında hoş zaman geçirdim.
Kuşbakışı – Alcazar de los Reyes Cristianos
Bahçede – Alcazar de los Reyes Cristianos
Kulede – Alcazar de los Reyes Cristianos
Japonya’dan sonra bir bahçe türü daha öğrenmiş oldum: dikey bahçe. Palace of the Marquises of Viana‘nın bahçesinde yöredeki avlulardan farklı olarak dikey bir bahçe ve sergilenmekte olan modern sanat eserleri yer almakta. Sarayın içi sadece rehber ile gezilebilmekte. İspanyolca olmasına rağmen içini görmek istedim. İyi de yapmışım rehber hem İngilizce broşür verdi içeride hem de arada sorularımı İngilizce cevapladı.
Córdoba
Dikey bahçe – Palacio de Viana
Córdoba
Akşam Los 100 Montaditos‘ta tapas yiyip Roma Köprüsü‘nde yürüdük. Köprünün sonunda Mezquita de Córdoba’nın akşam manzarası bizi bekliyordu. O akşam şansımıza bütün tapaslar 1 euro’ya satılıyordu Los 100 Montaditos’ta. Mekan dışarıdan çok cazip görünmese de İspanyollar’ın tercih ettiği bir tapasçı. Turist tuzaklarından kaçınan ve yöre insanın gittiği yerleri keşfetmeyi seven bizlere çok hitap etti.
Córdoba 1. Mezquita de Córdoba 2. Alcazar de los Reyes Cristianos 3. Roman Bridge 4. Jewish Quarter 5. Palace of the Marquises of Viana 6. Plaza Corredera
Granada
Gitmeden önce Granada benim için her ne kadar Alhambra demek olsa da Plaza Nueava’dan başlayarak Carrera del Darro boyunca yürüdüğümüz Albaycin ve Sacromonte kasabalarından geçen rotayı sevdim. Sacromonte’de kayaların içinde yaşayan gypsy (çingene) evleri oldukça ilginç bir manzaraya sahipti. Hala elektrik, su ve kanalizyon olayını nasıl çözdüklerini anlamasam da evlerinin içi kesinlikle serin olmalı. En az bir tanesinin içini görmeyi çok isterdim doğrusu.
Dere kıyısı – Carrera del Dorro
Çingene evleri – Sacromonte
Dar sokaklar – Albaycin
Alhambraharika bir saray. Dantelimsi alçılarla (plaster) bezenmiş sarayın zarif bir güzelliği var. Minimalist yapısı, geometrik desenlerle döşeli duvarları, yıldızları andıran kakmalı tavanları, aslanlı çeşmesi beni alıp eskilere götürdü. İslam’da yasak olan canlı figürlerine inat geometrinin zenginliğinde binlerce harika desen çıkmış ortaya. İnsanın kısıtlandıkça içindeki yaratıcılığı başka bir yerden çıkarabiliyor olmasından mutlu oluyorum. Bayıldığım bu desenlerden bir tanesinin üzerinde olduğu bir çift küpe aldım kendime sarayın mağazasından. Tanımadığım insanlar durup küpemi nereden aldığımı soruyorlar, seçimimden ötürü bunları duyunca seviniyorum.
Nasrid Sarayı – Alhambra
Alhambra
Alhambra General Life
Nasrid Sarayı – Alhambra
Geçenlerde Game of Thrones‘un yeni sezonda Alhambra ve Alcázar of Seville‘da çekim yapacağı yönünde dedikodular çıkmaya başladı. Eğer doğruysa sonunda Game of Thrones dizisinin çekileceği yerlerden birini dünya gözüyle görmüş oldum demektir. İzlanda hayalleri bir müddet daha bekleyebilir :)
Calle Molinos
Calle Molinos
Calle Molinos
Alhambra çıkışında Calle Molinos‘a giderseniz birbirinden harika graffitiler görebilirsiniz. Akşam Casa del Arte Flamenco‘da flamenko gösterisi izledik. Flamenko dansçılarının hep kadın olduğunu sanırdım, yanılmışım. Hem kadın hem de erkek dansçının performansları oldukça coşkuluydu. Bir de bağrı yanık şarkıcının sesine eşlik eden gitar tam İspanya havasına girmemizi sağladı. Akşam üşenmezseniz Mirador de San Nicolas‘a gidip manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.
Granada 1. Alhambra 2.Albaycin and Sacromonte 3.The Cathedral and the Royal Chapel 4.Carrera del Darro and Plaza Nueva 5. Graffiti Sokağı
Seville
Seville gezdiğimiz şehirler içinde en büyük olanı. Bana bir kaç yer dışında çok ilgi çekici gelmedi. Alcázar of Seville‘ın Alhambra ile yarışacak kadar güzel olduğunu bilmiyordum. İkisi de harika olsa da benim için Alhambra’nın yeri başka. Seville Cathedral‘indense kulesi (minaresi) Giralda‘yı daha çok beğendim. Plaza de España gece fotoğrafı çekmek için güzel bir yer. Torre del Oro ya da diğer adıyla Altın Kule Seville’nın tarihteki gelişimini anlatan önemli yapılardan biri. Casa de Pilatos bizdeki vali konağına karşılık gelmekte. Mimarisi, İslam ve rönesans eserleriyle hoş bir sentez oluşturmuş.
Alcázar of Seville
Geometrik desenler -Alcázar of Seville
Alcázar of Seville
Vineria San Telmo‘da lezzetli bir akşam yemeği yedik. Akdeniz, Arap ve İspanyol mutfaklarının birleşimi zengin bir menüye sahip. Gitmeden önce rezervasyon yaptırmanızda fayda var.
Seville 1. Alcázar of Seville 2.Seville Cathedral & Giralda3.Plaza de España4.Torre del Oro 5.Casa de Pilatos
Dikkat edilmesi gerekenler:
Alhambra biletinizi mutlaka önceden internetten alın. Saraya çok talep var ve gittiğiniz gün kapıdan satılan sınırlı sayıda bilete yetişememe ve erkenden girdiğiniz kuyruklarda boşuna zahmet çekme riskiniz var. Biletinizi buradan alabilirsiniz. “Genel” kategoriden aldım biletimi, oldukça kapsamlıydı. Sarayın bahçesinden seçtiğiniz saatten erken giriş yapmanız mümkün, fakat biletin üzerinde yazan saatte (sanırım tercih ettiğiniz saatten 15 dakika önce) Nasrid Sarayı‘nın önünde hazır ve nazır bulunmalı.
Sıcak hava – Haziran başında oradaydım. Hava aşırı olmasa da sıcaktı. Dar sokaklardaki gölgeler yardım etse de temmuz ve ağustos aylarındaki halini hayal edemedim. Mümkünse temmuz ve ağustos dışında giderseniz çok daha keyifli olabilir gezileriniz.
Tarihi yerleşim yerlerine araçla girme yasağı– Endülüs bölgesini arabayla gezmek oldukça rahat. Yalnız şehir içindeki tarihi yerleşim yerlerine belli araçlar girebilmekte. Google Maps sizi bodoslama bu yerlere sokup başınızı ağrıtabilir. Eğer araç ile gidecekseniz kalacağınız otele mutlaka bu durumu iletin ve plakanızı bir an önce kendilerine iletin. Sisteme plakanızı kaydettirdiklerinde aracınızla en azından otelin önüne kadar gidip valizlerini bırakabilirsiniz.
Otopark – Şimdi öncelikle saf saf Türk mantığı ile İspanyolca çeviri yapmaya kalkışmayın benim gibi. Futboldaki libero teriminden otoparkların levhalarında yazan “libre” kelimesini free-ücretsiz diye çevirdim. Otoparka girince farkettim ki ücretsiz demek değil o, müsait demek. Paralı otopark yer durumundan haber veriyor Vişne ne anlıyor durumu :) Günlük 20-30 euro arası otopark ücretlerinin. Otopark görevlisi halden anladı da hemen çıkma isteğine pratik çözüm buldu. Cadde üzerlerinde mavi ile işaretlenmiş yerler ücretli, sarılar da rezerve demek. Beyaz ya da boyalı olmayan yerlere aracınızı gönül rahatlığıyla park edebilirsiniz. Haritalarımdan notlarımı toparlayıp “Endülüs’te ücretsiz park yerleri” yazımı yazana kadar aracınızı ücretsiz nereye park edebileceğiniz konusunda kalacağınız yerle iletişime geçmenizde fayda var.
Uygun araç kiralama – Goldcar‘ın fiyatları oldukça uygun. Günlük 10-12 euro civarına araç kiralayabilirsiniz. Yalnız aracı aldığınız şehirden başka bir şehirde bırakırsanız 40 euro fazladan ödemeniz geremekte.
Güzergah
Seyahat planlarınıza ilham olur belki diye planlama aşamasında Google Maps’te hazırladığım haritayı koyuyorum buraya. Bu yazımda detaylı olarak Córdoba, Granada ve Seville gezilerinianlatmaya çalıştım. Granada’dan Malaga’ya geçerken El Torcal Doğa Parkı‘nda şehir tatilinden kaçıp doğada yürüyüş yapmak iyi geldi. Memleketine o kadar yaklaşmışken Malaga’da Picasso Müzesi‘ne uğramadan dönmek olmazdı.
El Torcal Doğa Parkı
Ronda
Setenil de las Bodegas
Akdeniz, Ege ve Karayipler’in maviliklerinden sonra Batı Avrupa’da deniz beğenmek biraz zor. Plana güzel bir deniz kum güneş keyfi eklemek için bakınırken Marbella’nın grimsi denizi cazip gelmedi. Bir şekilde Cádiz‘e karar verdik ve yine Atlas Okyanusu’nda bir sahili deniz kum güneş tatili için seçmemek gerektiğini deneyimledim. Ayrıca Akdeniz ve Afrika’nın birbirine bu kadar yaklaştığı bir boğazda buz gibi esen rüzgar bana Hollanda sahillerini anımsattı. Rüzgardan kumsalda oturmak ve üşümemek neredeyse imkansızdı. Biz de bu vesileyle Malaga’dan Cádiz’e geçerken dağların içinde iki güzel kasabayı Rondave Setenil de las Bodegas‘ı plana dahil etmiş olduk. Cádiz’deki kumsal faciasından sonra bari bu kadar gelmişken Cebelitarık‘ı uzaktan da olsa bir görelim istedik. Cebelitarık İngiltere kontrolünde olduğundan gezmek için İngiltere vizesi gerekmekte. Denizin ortasında ama karaya yakın kocaman kayalı haliyle bir karakolu andıran Cebelitarık, yol boyunca uzanan rüzgar değirmenleri ve karşıda Afrika kıtası manzaraları görülesi. İsterseniz dönüşte ufak bir kasaba olan Vejer de la Frontera‘ya uğramak mümkün.
Kaç gün yeterli?
Kendimden biliyorum seyahat planı yaparken en önemli aşamalardan biri de gideceğiniz yeri adam akıllı gezmek için kaç gün yeter kararı vermek. Süre ne çok uzun ne de çok kısa olmalı. Bu nedenle gezi yazılarıma elimden geldiğince “Kaç gün yeterli?” kısmını eklemeye çalışacağım. Bir hafta Endülüs gezisi için yeterli bir süre.
Córdoba 1 gün
Granada 1-2 gün (Özellikle Alhambra Sarayı yarım gününüzü alabilir ve rahat gezmek için 1 günden biraz fazla vakit ayırmalısınız.)
Seville 2 gün
El Torcal + Ronda + Setenil 1 gün (Ronda ve Setenil birbirlerine yarım saat mesafedeler, Granada’dan sabah erken yola çıkarsanız üçünü gün içerisinde gezebilirsiniz. El Torcal’a Granada’dan Malaga’ya giderken uğradık. Ronda ve Setenil de Malaga’dan yaklaşık bir saat mesafede Cádiz’e giderken yol üstünde.)
* Bucket list kelimesini “ölmeden önce yapılması gerekenler listesi” diye çevirmek istemedim. Morgan Freeman ve Jack Nicholson abilerimizin oynadığı The Bucket List (2007) filminin hatrına bu kelime daha iyimser geliyor kulağıma içinde ölümün yer aldığı bir ifadeyi kullanmaktansa.
Geçtiğimiz İstanbul ziyaretimde Mevlana üstat kızdı bana: “O kadar geziyorsun, güzel fotoğraflar da çektin. Ama ortada derli toplu bir şey yok!”. Haklıydı, zaman zaman yazma hevesiyle bir şeyler yazmıştım öylece kalmıştı, çektiğim güzel kareler de hikâyesiz orada burada duruyordu. Yapmak istediğim hakkındaydı ve dost acı soyluyordu. Ben de kendime çeki düzen verdim. Yeni yıl kararı olarak gezilerimi, kesiflerimi, yaşadıklarımı derli toplu bu sayfada yazmaya karar verdim. Altyapı hazırlıkları tamam, sırada üşenmeden gezmek ve yazmak var!
Before I went to Brazil, we had already bought plane tickets to Venice Treviso for visiting Zagreb and Ljubljana. It is 245 km from Treviso Airport to Ljubljana, and 140 km from Ljubljana to Zagreb. After we arrived to the airport via Transavia, we took a rental car and our road trip had started. My friend from Greece was in a project in Belgrade and he took a five-hour-bus journey to come to Zagreb and his trip started this way.
I always like Italy’s landscape. I remember it as soon as we landed on Treviso. While we were on the road to Zagreb, Slovenia’s landscape was amazing. Since we were coming from the west, the sunshine was on the small houses with a dark blue mountains and light green trees in the background.
Please do not forget to buy Vignette which is toll sticker for passing through highways in Slovenia. If you do not buy it, you may have to pay 300€ for fine in random checks.
We arrived to Zagreb around 8 p.m. I stayed in Hobo Bear Hostel which is very close to street Ilica. When you follow the Ilica Street you will arrive to main square of Zagreb called Trg Bana Josipa Jelačića. After I settled down in my room, I went out to eat some pizza. Italian food in Zagreb is very delicious. You can find many restaurants around the main square. The nights are very live In Zagreb. There are many people on the streets towards midnight. Croatians like going out at nights. The bars have seats in the streets. If the weather is good, you can chill out in also outside of the bar. I went to Alcatraz Cafe Bar with my Turkish and Greek friends. I liked the Croatian pop-rock music. The only thing that I did not enjoy was that smoking was allowed inside the closed places.
The new town of Zagreb was planned by a Croatian engineer Milan Lenuci in horseshoe shape in late 19th century. It is called Lenucijeva Potkova. If you follow the horseshoe shape route, you can discover new part of Zagreb very easily in 2 hours. However, you can stay longer if you want to enjoy parks, squares, and big avenues. When we were there, it was tulip time and we took many tulip photos. You should enter to Botanic Garden while travelling through the horse shoe. It has a lovely atmosphere.
Towards the noon, we met with our friend from Croatia. I informed him about our visit. Me, my Greek friend and he attended a training in Athens in fall 2009. This was a kind of reunion. We met with his fiancée too. They have a wedding this August. I hope I have a chance to go and take their photos. They took us and told many things about Old Town (Upper town or Gornji Gradic) in Zagreb. We watched a soldier duty change ceremony. I felt like I was in old times. Two of the soldiers were riding horses. After praying in front of Holy Mother under Blood Bridge , they walked to the Parliament building and ceremony continued there. I saw the Museum of Broken Relationships but I did not have a time to see it. It seemed very interesting. As my friend said there are objects which represent all the stages of a breakup. I hope I visit it one day. We drank something in upper town. The place reminded me Notting Hill in London. There were many colourful old houses and cafes in front of them.
When we were in Zagreb, there was a market in the main square where villagers bring their own products and sell them. I saw many Turkish words like borek, tepsi that they are sign of Ottoman effect. Moreover, Turkish soap operas very popular in Croatia as well as In Greece or Syria. My friend’s fiancé asked some Turkish traditions based on her impressions while watching them. When we talked about wedding, we realised how much customs look like each other. I grabbed a piece of borek with potatoes. Yorgo tried traditional soups and bought some goat cheese.
As soon as the rain clouds arrived to Zagreb from Ljubljana, we were leaving Zagreb for Ljubljana…
Tips:
Duration: One day is enough for sightseeing in Zagreb
Transportation: I arrived to Zagreb from Treviso Airport via rental car. It takes 4 hours by car. Do not forget to buy Vignette since you will use Slovenia’a highway.
Accomodation: I stayed in Hobo Bear Hostel which is very close to Ilca Street. It takes 5 mins to main square on foot. You can walk everywhere in Zagreb.