Same same but different: Fas
Güneydoğu Asya seyahatimde en sevdiğim söz “Same same but different!” olmuştu. Aynı aynı ama farklı diye çevirsem de sahte ürünleri satarken kullanıyorlar. Mesela Rolex saat alacaksın “Bu orijinal mi?” diye sorunca “Same same but different!” cevabını alırsın Sevgili Okur (Bu arada urbandictionary’nin bilmeden benimle aynı örneği vermesine ne demeli? :) ). O gün bugündür ne zaman biraz bir benzerlik olsa eğlenerek bu tabiri kullanırım. Şimdi bu tabiri Fas ve Türkiye için SSBD kısaltmasıyla kullanıp sana Fas gezimden bahsedeceğim. Fas benim ilk kez gezdiğim Arap ülkesi olma ünvanına sahip.
Fez
Bu geziye çok güzel ama bir o kadar da zor bir noktadan başladık: Fez! Gezimizin sonunda iyi ki Fez dışında başka yerlerde gezmişiz diye düşündüm. İlk zorluk araba kullanma deneyimi oldu. Havaalanından otele gelebilmek başlı başına bir maceraydı. Bir kere kavşak kavramı çok karışık. Kavşak büyüklüğü değişken ve GPS (maps.me) büyük de küçük de olsa her şeye kavşak diyor. Kavşaklara araçların girmesinde hiç kural yok. En içteki aracın aniden kavşaktan çıkması ya da beyaz uzun bir tırın sağa bakmadan kavşaktan geçmesi Fez civarı olağan. Bunları aşıp otele yaklaşınca bu sefer de park yeri sıkıntısı yaşadık. Medina (old town) kısmı araba trafiğine kapalı. O yüzden maps.me de görünen en yakın park yerine vardık. Park yeri derken pazar yerinde kalabalık ve kaotik bir alan. Boş yer de bulamayınca çareyi kalacağımız riad ‘ın görevlisinden yardım almada bulduk. (Fas’ta içinde havuzlu avlusu olan evlere riad denmekte. Bunların bir çoğu Fransızlar tarafından satın alınmış otel olarak işletilmekte.) Zeynep Kaptan park yerinde bulabildiğimiz bir yerde araçta kaldı ve ben ilk kez medina‘nın içine daldım. Medina yabancıların oldtown tabirine denk gelse de labirent olması yönüyle ayrılıyor. Medinanın içine ilk girip riada yürüdüğüm an film sahnesi gibiydi. Daracık bir yolda haritadan ve tabelalardan riadı ararken bir yandan da ilk kez gördüğüm kalabalık yaya ve hayvan trafiği inanılmazdı. Riadı bulup görevliyle medinadan çıkıp aracımızı sağ salim bırakabildik. Riada giderken gördüğüm ufak bir fırından sıcacık pide aldım. İlk kez harcama yapacağım için bozuğum yoktu ve o fakir fırındaki amca Türk olduğumu öğrenince ücretsiz verdi pideyi. Bu duyguyu o kadar unuttum ki bu kuzey Hollanda ülkesinde. O sıcak pide gibi içimden sıcak bir şeyler aktı. Hiçbir şeyi olmadan paylaşan hatır gönüllü insanlara karşı varlık içinde kuruşu kuruşuna hesap yapan soğuk izole insanlar.
İlk şekerli naneli sıcak çayımızı (şekersiz ve soğuk olması hatta buz bulmak imkansız) içip soluklandıktan sonra medinanın bir ucundan diğer ucuna yürüdük. Bu güzergah boyunca “Ben satıcı değilim, size yardım edeyim. Nerelisiniz?” sorularıyla muhattap olmadan yürüyemeyeceğimizi öğrendik. Diğer öğrendiğimiz şey de camiilere müslüman olmayanların giremeyeceği olması. Dünyanın en eski üniversitesi ve camii olan University of Al Quaraouiyine‘a girerken görevli “Durun, giremezsiniz!” dedi. Hayırdır deyince müslüman olmadığımız için olduğunu dile getirdi. Bugüne kadar hiçbir mabede o dinden olunmadığı için girilemeyeceğini ne duydum ne gördüm. Elbette o dinin gerekli değerlerine ve giyinme şekline saygı duyulması gerekmekte. Düşünsenize Sultan Ahmet Camii’ne onlarca turist girip çıkıyor, böyle bir soru sorulmaz bile. İşte ilk SSBD! Bizde kimsenin inancının dış görünüşüyle ilgili olmadığı (maalesef herkes uygulayamasa da) söylenir, hatta kimin cennete gideceğini Allah’tan başkasının bilemeyeceği anlatılır. O yüzden camiiye girmenin görmenin o kişiye ne hissettireceğinden alıkoymaz kimse.
Akşam yemeğini The Ruined Garden‘da yedik. Bahçesi ve yemekleri gayet güzeldi de akşam çok geç olmamasına rağmen riada korkarak döndük. Medinanın içinde hava kararmaya başladığı için bir yandan dükkanlar kapanmaya başlamış, bir yandan da GPS’e baktığım için turist olduğumuzu gören delikanlılar ya da başka niyetli erkekler biz sormadan bize yardım etmekte çok ısrar etti. O karanlık sokaklarda iki kadın birilerini takip etmek zorunda kaldık istemesek de. Belki de gerçekten iyi niyetlilerdi ama gün içinde o kadar çok satıcıdan ısrar gördükten sonra bir anda içimiz rahat etmedi bu durumdan. Hatta bir noktada yolun devamının kapalı olduğunu söyleyip etrafımızı çevirdiler. Korktum tek olmadığım halde. Arkadaşıma bas gaza kimseyi dinlemeden hızlıca bildiğimiz gibi yürüyelim dedim. Hakkaten de yol kapalı değildi. Böyle bir şey yaşacağımı bilsem restorandan yanımızda bize eşlik edecek birini isterdim. Daha sonra Amsterdam’da karşılaştığım Faslı taksici “Ben oralı olduğum halde Fez’den çekiniyorum.” deyince anladım yaşadığımızın çok normal olmadığını. Hatta Fez’den ayrıldıktan sonra Fez’de çok az Faslı kadın gördüğümüzü fark ettim. Belki de medinanın çoğunlukla turist ve satıcılarla dolu olmasındandır.
İlk günün kaosunu ertesi gün gün doğumunu izlemek için erken uyanıp hem serin hem sessiz sokaklarda gezerek engellemiş olduk. Bence en güzel Fez anları da bu sabahın erken saatlerinde yaşandı. Ezan sesinin eşlik ettiği toz pembe manzaralı Fez’i doya doya seyrettikten sonra boş Fez sokaklarına çıktık. Fotoğraf meraklısı olduğum için ilk soluğu Tannery denilen deri boyama yerinde aldım. Para kazanmanın zor olduğunu en iyi ifade eden yerlerden biri burası olmalı. O derileri renklendirmek için çıkan koku inanılmaz. Yazın ortasındaki halini düşünemiyorum bile. Bize taze nane koklattılar kusmayalım diye. İşe yarıyor. Ne kadar zorlu olsa da manzaralar da o kadar enfes. Bıraksalar bütün gün orada çalışanları izleyebilirdim. Bir sonraki durağı hiç düşünmemiştim. Labirentin içinde gezerken Zaouia Sidi Ahmed Tijani türbe va camiisinin girişinde bulduk kendimizi. Caminin imamı bizlere Faslılar’ın namaz kılarken giydikleri renkli cübbelerden verdi türbeyi gezerken giymemiz için. İmam çeşmenin önünde Zeynep ile benim fotoğrafımızı çekmeyi teklif etti ve çıkarken de içerideki yaşlı amcadan hayır dua almamız için rica etti. Güzel sabah gezintisinden sonra kahvaltımızı yapıp Volubilis’e doğru yola çıktık.
Volubilis, Moulay Idris ve Meknes
Fes ile Volubilis arasındaki yola sarı ve yeşilin tonları hakim. Zeytinlikler ve ufaklı tefekli göllerle dolu bir manzarada yolculuk yaptık. Volubilis, Roma döneminden kalma antik bir şehir. Öğlen çok sıcak olduğundan Volubilis’e yakın olmasına rağmen önce Meknes’teki otelimize gidip dinlenip Moulay İdris‘i ikindi vakti gezmeyi tercih ettik. Molulay İdris küçük ama çok şirin bir kasaba. Akşam güneşini beklerken meydandaki kafede bir şeyler içip gelen geçenleri izlemek çok keyifli. Meknes’e dönerken yine zeytinlikler bizi bizden aldı.
Marakeş
Sabahları gün doğumunda kalktık bu gezi boyunca. Böylelikle hem öğle sıcağından hem de trafikten kaçtık. Hiç pişman değiliz :) Marakeş, Fes’e göre oldukça büyük ve gelişmiş bir şehir. Biz ilk öğleden sonramızı şehrin içinde geçirdik. Souq bizdeki Eminönü gibi bir yer. Bu yüzden beni Avrupalı turistler kadar etkilemedi. Bu da bir başka SSBD. Fas, Fransız sömürgesinde kaldığı için Franıszca yaygın olarak konuşulmakta. Bu nedenle Fransız turistler Türkiye’ye gelmek yerine Fas’a gitmeyi tercih ediyorlar. Bence Türkiye’deki kalite ve temizlik Fas’ta yok ama Türkiye’yi terchi etmiyorlar. SSBD yarışında ya Yunanistan’a ya da Fas’a kaybediyoruz. Marekeş’te Ben Youssef Madrasa‘si mozaikler açısından güzel olsa da Endülüs’teki kadar iyi korunmamışlar. Ayrıca şehrin merkezindeki Koutoubia Mosque‘nin kulesi Seville’de Giralda inşa edilmeden önce Marakeş’te inşa edilmiş. Aynı kuleyi ayrı iki ülkede hem camii hem de kilise kulesi olarak görmek ilginç oldu. Endülüs gezi notlarımı hatırlamak istersen böyle alayım seni. Marakeş manzarasının tadını çıkarmak için House of Photography‘nin üstündeki kafeyi tercih ettik.
Marakeş’teki ikinci günün sabahında High Atlas dağlarına doğru yol aldık. Aslında amacımız Game of Thrones’da Khaleesi’nin şehri Yunkai’yi görebilmek için Ouarzazate‘ye varmaktı. Ouarzazate bir çok filmde mekan olarak kullanılmış bir bedevi köyü, ayrıca Sahara’ya açılan kapı olarakta geçmekte. High Atlas dağlarına vardığımızda yer yüzüne hakim renkler kırmızı, yeşil ve gün doğumunun pembemsi maviliğiydi. Yollar dağ yolu ve virajlı olduğundan yolculuk hesapladığımızdan uzun süreceği için rotayı Ourika Vadisi‘ne çevirdik, güzel de oldu. Ouarzazate ve Sahara’yı başka bir Fas ziyaretine bıraktım. SSBD‘ların sonuncusu ise Türkiye’de iki kadın olarak arabayla doğuda böyle bir gezi yapamayacağımız oldu. Halbuki Türkiye coğrafyasının çeşitliliğinin tadını korkmadan çıkarabilmek isterdim.

Khaleesi Ouarzazate’de
Ourika Vadisi‘nde köylü çocukların yardımıyla bulduğumuz safran tarlasını ziyaret edip son zamanlarda meşhur olan argan yağının nasıl çıkarıldığını öğrendik. Arganın yetiştiği çalı çok dikenli olduğu için keçilere meyveyisini yedirip dışkısından argan toplanıyormuş. Ourika Nehri’nin ileri kısımlarında bizim gibi su kenarında mangal yapılan yerde öğle yemeği molası verdik. Uzun zamandır nehir kenarında bir şeyler yememiştim.
Son gecemizi Agafay Çölü‘nde lüks çadılarda geçirdik. Agafay Çölü, Sahara’ya gidecek kadar vakti olmayanlar için ideal. (Biz Scarabeo Camp‘te kaldık ama yaşadığımız ufak tefek servis problemleri yüzünden tavsiye etmem.) Akşamki yemek çadırı, dekorlar, sabah gün doğumundan sonraki deve turu kendimi Lawrence of Arabia filminde hissettirdi.
Türkiye ile kıyaslayarak biraz iç geçirdiğim ama yine de renk cümbüşünden ve çeşitliliğinden etkilendiğim bir gezi oldu Fas. Daha görmek istediğim bir çok yer var Fas’ta. Bakalım bir sonraki gezim ne zaman olur bu renkli ülkeye.
Diğer fotoğraflar için instagram’dan #visneinmorocco etiketine bakabilirsin.
Vişne Kiraz
Nisan 2017
(Amsterdam, Ocak 2018)