Vişne Kiraz

Düşlerimin peşi sıra kendimi yollara vurdum

visnekiraz tarafından yazılan yazılar

2014 yazını, geçirdiğim yamaç paraşütü kazası ve üstüne o zamanki erkek arkadaşımın çok ‘şerefli’ bir hareketiyle iyileşme sürecinde beni ‘evli olmadığımız için’ gurbette yapayalnız bırakması nedeniyle hayatımın en zor yazı diye biliyordum. Ta ki 2019 yazına kadar. 2019 yazı gönül yarası dışında beni epey zorladı. Neler mi oldu Sevgili Okur? Orta derecede kanser riskimin olduğunu öğrenmemden hemen sonra ofisin yarısıyla birlikte işten çıkarıldığımı öğrendim. Hani sağlık olsun denir ya bu sefer diyemedim.

Roys Peak, South Island

İlk önce haziranda İstanbul’a gidip küçük bir operasyon geçirdim ve dönüşünde hemen gerekli aşıları olmaya başladım. Sağlığımla ilgili gerekli tedbirleri aldığım için kasım ayındaki kontrole kadar yapacak çok bir şey kalmamıştı bu konuda. Hayatımda ilk kez tuttuğum canım avukatımla şirketle müzakerelere başladık. Yazın işe alımların yavaşlığı ve iş ilanlarının azlığı sebebiyle zorlu süreç de başlamış oldu. En zor yanı tabii ki belirsizlikti. Önceden planladığım hiçbir gezimi iptal etmedim. Puglia ve Rusya seyahatlerimi nefes alacak fırsatlar olarak gördüm, her ne kadar beynim belirsizlikle arka planda meşgul olsa da. Her sabah kalkıp gittiğim en sevdiğim kafe Scandinavian Embassy‘de hem oradaki çalışanlarla sosyalleştim hem de düzenli olarak iş başvuruları yaptım. Zorlu geçen 3-4 aylık süreçte kafedeki çalışan herkes artık hangi gün ne görüşmem var biliyordu. Bu rutin, enerji seviyemi yüksek tutmak da önemliydi. Çalışmadan belirsiz bir dönemi geçirmek ve aynı zamanda iş görüşmeleri için morali yüksek tutmak çok zorladı. Ne iş olur da meşgul olurum diye bir çok şey yaptım. Bunlardan en ilginci Albert Cuyp Markt‘da gözleme standında çalışmak oldu. Sağolsun Ali saat başı dolgun bir ücret ve bedava gözleme verdi. Maksat muhabbetti. Renkli kişiliğime ve enerjime rağmen umudum ağustos ayında en düşük seviyeye gelmişti ki bir iş teklifi aldım ve ekimde başlamamı istiyorlardı. Fesih sözleşmesine göre de işe gitmediğim halde kağıt üstünde ekime kadar çalışıyor görünüp maaşımı alıyordum. Uzun lafın kısası bir ay ücretli iznim ve sona ermiş bir belirsizlik vardı. Kötü dönemin ardından gelen bu fırsatı gidebileceğim en uzak noktadaki en merak ettiğim ülkelerden biri olan Yeni Zelanda’da kullanmaya karar verdim. Bir ay Avustralya için az Yeni Zelanda için yeterliydi. Bu arada Hollanda pasaportuna sahip olmak beni vize bürokrasisiyle uğraştırmadı ve bu hızlı kararda çok etkili oldu.

Hazırlık ve Rota

Plan yapacak uzun bir zaman yoktu bu sefer. Niyeyse Yeni Zelanda hep arabayla gezilirmiş gibi bir izlenimim vardı. Google’da “public transport in New Zealand” diye arama yaptım ve tam benlik bir gezi seçeneğiyle tanıştım. Bütün Yeni Zelanda’yı kapsayan rotası olan otobüs firmaları varmış. İndi-bindi (hop on – hop off) mantığıyla çalışıyorlar. Varılan noktadaki ilk gece bir gecelik kalacak yer garantisi, ücretli etkinliklerde indirimler ve lojistik kolaylığı sağlıyorlar. İlk karşıma çıkan firma Kiwi Experience oldu. (Yeni Zelanda’da tanıştığım kişilerden Stray firmasının da olduğunu öğrendim. Stray biraz daha pahalı ve yaş grubu genelde daha yüksekmiş. Buna pek katılmıyorum, çünkü grupta olanlar rastgele insanlar ve her iki firmada da hoşlaş(may)acağınız kişiler olabilir. Bu tamamen şans meselesi! Sevgili Okur, gideceksen bu iki firma da aklında olsun diye ahanda yazdım.) Kiwi Experience’in rotalarını, fiyatını, ve haritalarını beğenmemle aramam son bulmuş oldu.

Kiwi Experience’den indirimde ve en kapsamlı rota olması nedeniyle The Whole Kit Caboodle pass’ini aldım. Sağdaki resimde görünen yerleri Milford Sound (hava mualefeti nedeniyle), Deep South (kalkış çizelgesi Queenstown’a varışla kesiştiğinden) ve Kaikoura dışında gezdim. Eylül ayı turizm açısından yoğun bir sezon olmadığından otobüslerde yarı yarıya bir doluluk vardı ve kalacak yer imkanı çoktu. O nedenle pass’ın esnekliğinden epeyce faydalandım.

Kiwi pass nasıl çalışıyor?

Pass’ı aldıktan sonra Kiwi Experience’in uygulamasını indirdim. Uygulama oldukça kullanışlı. Rotadaki her noktanın kalkış/varış detayları, ücretli ve ücretsiz etkinlik listesi, anlaşmalı kalınacak yerin ücreti ve detayları mevcut uygulamada. İnteraktif haritasından kendi programımı yaptım ve firmaya e-posta gönderdim. Onlarda benim için belirttiğim tarih ve yerlerde yerimi ayırdılar. Pass’a dahil olan sadece ulaşım. Her gün sürücü rehber o günün programından bahsedip kalacak yer ve ücretli etkinlikler için formları gezdiriyor. Böyle olması epey hoşuma gitti, çünkü o günkü enerjime göre etkinliklere katıldım ya da kalma opsiyonun beğenmediysem başka bir yer ayarladım.

Kuzey Ada

Haritadaki her yeri tek tek anlatmayacağım bu yazıda, sadece görülmesi gereken yerlerden bahsedeceğim. Kuzey Ada’yı büyük bir Hobbitland olarak hayal edebilirsin. Minik yeşil tepecikler ve üzerlerinde koyunların olduğu bir manzara hakim. En kuzeyde İngilizlerin Yeni Zelanda halkı Maoriler ile kandırmacalı bir anlaşma yaptığı Waitangi Treaty Grounds Yeni Zelanda’yı ve tarihini anlamak için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Bu müzede Maorilerin kauri ağacından yaptığı uzun savaş kayıklarından birine Lady Diana‘nın ilk kadın olarak bindiğini öğrendim. Maori halkına göre savaş erkek işiymiş. Yeni Zelanda’nın güzelliklerinden biri de Maori halkının inanışları ve efsaneleri ile bezeli olmasında. Adanın en kuzeyi olan Cape Reinga‘dan ölülerin ruhların ayrıldığına inanırlarmış. Yeni Zelanda’nın ünlü Hollandalı kaşifi Abel Tasman bu noktanın çok yakınındaki başka bir buruna eşinin adını vermiş: Cape Maria van Diemen. Düşünsene Sevgili Okur, adamın 1600’lerde adayı keşfetmesi kaç gün sürmüştür bir de eşinin adını verip Hollanda’ya gelip bu hediyeyi haber vermesi ne kadar uzun sürmüştür. Sabır bu olsa gerek.

Kuzey Ada’nın bir başka merak ettiğim noktası Waitomo‘daki glowworm ile dolu olan mağaralardı. Yıldız gibi mağara tavanını kaplayan bu ateş böceği gibi yanan kurtçukları ilk kez gördüm ve çok etkilendim. Karanlık mağara tavanındaki bu kurtçuklar ve gece gördüğümüz yıldızların aynı etkiyi veriyor olması sanki izafiyet teorisinin başka bir örneğiymiş gibi geldi. Kuzey Ada’nın bonusu ise doğusundaki Hot Water Beach oldu. Akşam su çekildikten sonra kumsala gittik, oturacağımız bir şekilde minik bir havuz yapıp içinin yerden çıkan sıcak su ile dolmasını bekledik. O soğuk havada kumsalda sıcak suyun içinde mayolarımızla mehtabı izlemek rüya gibiydi.

Güney Ada

Ah Güney Ada ah! Kalbim sende hala… Sanki hayatımda ilk kez dağ görmüş gibi vuruldum güney adanın dağlarına. Dağlar ne çok yüksek ne çok alçak. Üzerlerinde yarıya kadar pudra şekeri serpilmiş gibi duran karlar. Güney Ada’yı anlatmaya kelimelerim yetmeyecek gibi. Queenstown‘da bol bol hiking yapmalı, Wanaka‘da Roys Peak‘e çıkıp dönüşünde göl kenarındaki meşhur ağaçla dans etmeli, Franz Josef‘te paraya kıyıp helikopterli buzul yuruyusune katilmali, batı sahilindeki yolun keyfini Big Little Lies’in acilis sarkisi Michael Kiwanuka – Cold Little Heart ile cikarmali ve Putai‘de pancake gibi ust uste istifli gibi duran kayalarin oradaki kafede mutlaka pancake yemeli, Lake Tekapo‘da Lord of The Rings manzaralasinda elf gibi hissederek yuruyup gece ciplak gozle samanyolunu izlemeli, kücük bir kasaba olan Glenorchy‘de Gandalf’in ruhuna bir fatihayi esirgememeli… Kisaca dunyadaki bu cennet kosesinin her yerini icine cekmeli… Yazimin girisine bir ironi yapayim da icimde kalmasin Sevgili Okur :) O beni kaza sonrasi birakan kisiyle Roys Peak tepesinde evlenmek gibi bir hayalim vardi. Herkesten cok uzak ve iki sevenin bir birine yetecegi genclik yanilsamalariyla boyle bir hayal kurmustum. Kim bilebilirdi Yeni Zelanda’ya baska bir yoldan varacagimi? Hayaller hayatlar…

Ben Lomond, Queenstown

Notlar:

  • Bütçe: Çok çok pahalı bir ülke. Ulaşım, kalacak yer, yemek, aktivite derken günde ortalama 100 Euro rahatlıkla harcanıyor. Ülkenin en önemli gelir kaynakları hayvancılık ve turizm. Uzakta olması da turistlere zaten bir kere geldik ne varsa görelim yapalım kafasıyla bu paraları rahatlıkla harcatmakta.
  • Süre: Ülkeyi boydan boya gezmek için en az 1 ay gerekli.
  • Konaklama: Genellikle YHA hostelinde kaldım. Hem temiz, hem mutfak düzeni çok iyi hem de tek yataklı odaları var. Yöre insanı ile tanışmak ve çamaşır molaları için de haftada bir Airbnb’de kalmak çok iyi geldi.
  • Yemek: Maalesef gastronomi yönünden çok çok zayıf. Büyük şehirler Auckland, Wellington ve Queenstown dışında yemek konusunda çok bir şey beklenmemeli. Kahve konusunda da tam bir hayal kırıklığı. Wanaka’da gozleme yapan Big Fig en begendigim mekandi. Cenk Sonmezsoy’un kitabina dunyanin bir ucunda rastladigima mutlu oldum.
  • Havaalanı: Avusturalya’ya gitmedim ama televizyonda Border Security diye bir program izlemiştim. Güvenlik çok sıkı aramalardan sonra ülkeye girişe izin veriyordu. Yeni Zelanda’ya girişimde buna benzer bir tecrübe yaşadım. Verilen giriş beyan formunda hiking botlarımdaki çamurdan abur cuburlarımın içeriğine kadar detayli sorular vardi.

COVID19 salgını nedeniyle eve kapandığımız şu günlerde iyi ki her fırsatta gezebilmiş olduğuma şükredip bir yandan da en yakın zamanda yeni maceralara yelken açabilmeyi ümit ediyorum.

Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinnewzealand etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Eylül 2019
(Amsterdam, Ocak 2021)

Not: Sağlık durumum çok şükür iyi, kasımdaki kontrolüm temiz çıktı. Zorlu süreçte başta Seda olmak üzere bana destek olan herkese çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız ❤️

2 Yorum

Bu sefer misafir yazarımız 1970 mezunu ODTÜ’lü gezgin Özden Yalım. Özden Hoca ile Amsterdam’da düzenlenen ODTÜ buluşmasında tanıştık. Kendisi Muhan Soysal Hoca’nın ilk öğrencilerinden ve ODTÜ İdari Bilimler’den mezun olduktan sonra master için Hollanda’ya gelmiş. Burada yaşamaya devam etmiş. Kendisiyle her buluştuğumuzda yeni şeyler öğreniyorum, ufkum açılıyor. İki gezgin olarak seyahat konusunda da çok şeyler paylaşıyoruz. Cezayir öncesi ve sonrası izlenimlerini dinledikten sonra biraz Namibia‘yı andıran noktalar fark ettim. Facebook sayfasında paylaştığı bu kapsamlı notlarını da izniyle burada başka gezginlere açmak istedim.

Cezayir Notları 1: Tuareg

Cezayir gezisinin ilk etabı Sahara Çöl turu idi. Cezayir havaalanından pervaneli bir uçakla iki saatte Djanet havaalanına vardık (pervaneli uçağa en son 55 yıl önce binmiştim). Djanet, Cezayir’in Güneydoğusunda, Illizi Vilayetinde bir kaza merkezi. 1000 metre yükseklikte, geçmişi tarih öncesine uzanan, UNESCO koruması altında bir şehir. Cezayir’in diğer şehirlerinde olduğu gibi yaşama alanları yüksek duvarlarla çevrili olduğundan sadece sokaklarda dolaşarak görmek olası değil, şehri özel olarak gezmek gerekiyor. Bu bölge doğal gaz açısından çok zengin (ama bu doğal kaynağin %75’i yabancı firmaların elinde).

Gezi organizatörleri çölde dolaşmak için Tuareglerle işbirliği yapıyorlar. Tuareg büyük bir etnik Berber halkı. Sahara, Güneybatı Libya, Güney Cezayir, Nijer, Mali ve Burkino Faso’ya kadar yayılmış bir göçebe grubu. Grubumuza kılavuzluk eden Tuaregler, çölü avuçlarının içi gibi tanıyorlar. Sanki içlerinde bir pusula ya da “navigator” taşıyorlar. Bütün gün bize şoförlük yapıyorlar, mola yerlerinde bir yandan ateş yakıp yemek hazırlarken, bir yandan da çadırları kurup gecenin hazırlığını yapıyorlar (çölde geceler çok soğuk). Yemekten sonra özel Tuareg çayı hazırlıyorlar, gece her işleri bitince müzik aletlerini alıp kamp ateşi etrafında Tuareg müziği ile bizi coşturuyorlar (sevdim bu müziği). Sabah kahvaltıdan sonra her şey toparlanıp arabalara yükleniyor, geride tek çöp bırakılmadan, yola çıkılıyor. Öğlen molası verdiğimizde (önden gidenlerin hazırladığı) sofraları hazır buluyoruz kilimler üzerinde. Akşam yemeğinden önce bir de saat beş çayımız var. Bunların hepsini sakin ve güler yüzle yapıyorlar. Bir tek kez, kendi aralarında konuşurken bile sinirli bir ses tonu kullandıklarına şahit olmadım. Ne kadar saygılı ve saygın insanlar bunlar! Tuareg kültürü gerçekten çok özel. Bu kültürde kadınlar ve kadınlara saygı çok önemli. Kadınlar, çocukları yetiştirmekle yükümlü, diğer işlerin tümünü erkekler yükleniyor. Djanet’de mecburi hizmet yapan doktor ve sağlık görevlileri anlatıyorlar “Tuareg’lerde aile içi şiddet yok.” Sonra ekliyorlar: “Dikkat edin, az demiyoruz, YOK!” Acaba Tuaregler dünyada bu konuda tek örneği mi oluşturuyorlar diye merak ediyorum, çünkü kadına bu denli saygılı başka toplum tanımıyorum.

Tuaregler hayvancılık yapıyorlar. Henüz kapitalist sisteme entegre olmadıklarından, sistemin sorunlarından da uzaklar. Sakin, arif, barış içinde yaşıyorlar. Bu kültür daha kendini ne kadar koruyabilecek ve sürdürebilecek bilinmez, Çünkü devlet onları yerleşik sisteme geçmeye zorluyor. Onlara ıssız bir yerlerde küçük evler inşa ediyorlar. Evleri ve çevreyi görünce dehşete düştüm. Bana bir kaç yıl önce Amerika çöllerinde gördüğüm, rezervatlara sıkıştırılmış umutsuz Kızılderili halkın durumunu anımsattı. Bir kültürün daha, tüm güzellikleri ve erdemleriyle yok edilmesine hep birlikte göz yumacağız belli ki. Tuaregleri de sistemimiz içinde mutsuzlaştırıp, çok şey öğrenebileceğimiz kültürlerini tarihin sayfalarına gömeceğiz.

Cezayir Notları 2: Sahara

“Çölde ne göreceksin anneanne? Otel var mı orada?”

Ben de tam bilmiyorum aslında, ama kum tepelerinden filan bahsediyorum torunuma. Çok soyut geliyor kulağına, en çok da gideceğim yerde tuvalet olmamasına takıyor. Beş yaşın tüm masumiyeti ile “Ben gitmezdim oralara!” diyor, “Ya yanlışlıkla üstlerine basarsam!”.

Çöldeki çeşitlilik beni sarhoş ediyor. Kum tepelerinin ışık/gölge ve rüzgarla oyunlarına bakmaya doyamıyorum. Ya Atlas Dağları, çeşit çeşit kayalık oluşumlar, nehir yatakları, kanyonlar ve en etkileyicisi tarih öncesinden kalma kaya ve mağara resimleri. Modern bir ressamın elinden çıkmış sanki ama ne zamanda kimlerin elinden çıktığını bilen yok. Ama bu, hayranlıkla seyretmemize mani değil.

Çölün garip bir etkisi var üzerimde, doping gibi. İçimde bir coşku, ayağım yerden kesilir gibi, sebepsiz bir mutluluk. Oysa ayağımın yerden kesildiği filan yok! Tam aksine kumda yürümek, kum tepelerine tırmanmak, kayak çizmeleriyle karlı tepelerde yürümek gibi. Ayakkabılarıma sürekli kum doluyor. Ancak bu sessizlik, sonsuzluk ve dinginlik varoluşla ilgili sorular getiriyor aklıma. Kum tepeleri üzerinde oturup günbatımını beklerken kendimi ya meditasyon yaparken buluyorum ya da “uygarlık” üzerine kafa yorarken. Şehir yaşamının telaşlı koşturmacası içinde durup soluklanmaya, yaşamsal sorulara zaman ayıramayan herkesin, yaşamında en az bir kez bu tür bir “mola” yaşaması, kendiyle baş başa kalması ne inanılmaz bir mutluluk olurdu!

Cezayir Notları 3: Tipaza’da Tarihin peşinde

Tipaza vilayetinin başkenti Tipaza, Akdeniz kıyısında güzel plajlarla süslü, sevimli ve sıcacık bir belde. Bugünkü modern şehir 1857 yılında kurulmus ama daha eskilere dayanan bir geçmişi de var. Roma İmparatorluğu’na ait bir kent iken adı Tipasa imiş. Çok geniş bir alanı kapsayan, yeşillikler içindeki Tipasa harabeleri, denizlerin en güzelinin mavisiyle birleşince büyülü bir yere dönüşüyor. Albert Camus da burayı gördüğünde kaptırmış kendisini bu büyüye ve kitaplarını burada yazmaya karar vermiş. Onun anısına dikilmis bir anıt bile var burada ama güzelim Roma mimarisi ile hiç uyuşamamış ne yazık ki. Tüm Roma harabelerinde olduğu gibi alt yapının mükemmelliği, kentin mimarisi ve estetiği etkiliyor insanı ve düşündürüyor neden bu örneklerden ders alamadığımızı.

Tipaza’dan Bousmail kasabasına doğru ilerlerken Sidi Rached mevkiinde başka bir anıt çıkıyor karşımıza. Bir tepe üzerindeki bu mezar anıt, kapılarındaki oymaları haç işaretine benzetilerek “Bir Hristiyan Kadın Mezarı” diye anılmış uzun süre. Oysa yapı, Hristiyanlığın bu ülkeye girişinden daha eskiye dayanıyor. M.S. 1. yüzyıldan kaldığı tahmin edilen “Royal Mausoleum of Mauretannia“, eski Berber kraliyet ailelerine ait mezarların bir örneği. Burada Numidia ve Mauretania hükümdarları, Berber kralı II. Juba ve kraliçe II. Cleopatra Selena yatıyor. Yakın zamana kadar mezar anıtın içini gezmek de mümkünmüş ama bir ara burada terroristler saklandı diye kapatmışlar şimdi! Bilgi almak için oraya buraya, gişedeki görevlilere, her yere başvuruyorum; tek İngilizce bilen olmadığı gibi İngilizce tek bir yazı, broşür, kitap yok. Sadece burada değil, Cezayir’in hiç bir müzesinde, tarihi mekanında, tek kelime İngilizce açıklama, not, etiket, bilgi bulamıyorum. Bundan rahatsızlık duyan da yok!

Mezar anıtın bulunduğu tepenin eteklerinde Söke ovasını andıran uçsuz bucaksız, verimli bir ova uzanıyor. Buraya “Cezayir’in Ekmek Torbası” denirmiş; ülkeyi doyuracak temel ürünler burada yetişirmis. Ama ne hikmetse, ulaşım kolaylığından olsa gerek, ova fabrikaların işgaline uğramış. Fabrikalar çoğaldıkça verimli tarım alanı da giderek daralıyor. Üzülerek vardığım sonuç, bu ülkede tarım ve turizmin büyük büyük ölçüde ihmal edildiği. Fransızca konuşamamak ise benim ayıbım!

Cezayir Notları 4: Başkent Cezayir ve Kasbah

Her köşesi tarih kokan bu güzel sehir, tarih öncesinden başlayarak ona sahip olmaya çalışmış pek çok kavimden izler taşıyor. Kartacalılar, Romalılar, Bizanslar, Müslüman kavimler, Ispanyollar, Osmanlılar, Fransızlar…Ama sehrin siluetinde en baskın yapı çok yeni: Martyr’s Memorial Algiers. Cezayir Cumhuriyetinin 20. yılında (1982) Fransa’ya karşı verilen bağımsızlık savaşı şehitleri anısına inşa edilmiş anıt! Çevre düzenlemesi Cezayir’i kuşbakışı gözler önüne seriyor. Şehre böyle hakim bir başka köşe de Notre Dame d’ Africa kilisesi (1872). Buradan liman ve denize bakış, Aşiyan’dan Boğazı seyretmek gibi adeta!

Osmanlı camileri beni şaşırtıyor. Osmanlı mimarisindeki minareler yok burada, mimari tarz buraya uyarlanmış. Cezayir’de minareler dört köşeli, Osmanlı da silindir biçimindeki minarelerini burada sekizköşeye çevirmiş. Kentte pek çok tarihi bina müze olmuş, Ama Jardin d’Essai du Hamma gibi 1800 lerden bu yana gelen parklar ve Cervantes mağaralari da görülmeye değer. Ben Cervantes’in bir zamanlar Ispanya’da íslediği bır suça karsı bir elinin kesilmesi cezasından kurtulmak için Cezayır’e kaçtığını, burada esir edilip esir pazarında satıldığını ve sonunda hürrıyeti bağışlandıktan sonra Ispanya’ya dönüp Donkişot’u yazdığını burada öğrendim. Esareti sırasında çalışırken bir elini kaybetmiş olması da ironik bir detay.

Şehrin en tarihi ve ilginç bölgesi ise tartışma götürmez: Kasbah (bu kelimenin Türkce “kasaba” kelimesinden geldigi söyleniyor). Asirlarca çeşitli dinden insanlar burada yanyana, birbirlerine saygı içinde yasamışlar. Sokaklarda, binalarda, kapı süslemelerinde bu kültürleri simgeleyen işaretler var. Örneğin müslüman bölgesine ayak basarken sokak girişinde buranın müslüman bölgesi olduğunu irdeleyen bir işaret var.Musevi mahallesine girerken de David yıldızı. Girdiği mahallenin kültürüne ve geleneklerine saygı bekleniyor ziyaretçiden! Mahallelerde karışık yaşandığı da oluyormuş ama hep anlaşılıyor kimin evi olduğu. Örnegin kapı tokmaklarından çıkarabiliyorsunuz bunu. Tokmaktaki elin parmağında yüzük varsa burası Müslüman evi, gibi.

Kasbah’da Osmanlinin burada hakim oldugu 315 yilin izleri hala canlı. Osmanlıdan da önce korsan Barbaros ve kardeşleri Oruç ve Hızır varlar burada. 16. yüzyılda Cezayir, Barbaros’dan yardım istiyor Ispanyollara karşı ve Barbaros kardeşler burada Avrupalı korsanlara karşı bir kale oluşturuyorlar. Daha sonra Barbaros Osmanlı donanmasının başına getirildiğinde Cezayiri Osmanlı Devletine bağlıyor. Oruç ve Hızır reisler ise değişik zamanlarda burada şehit oluyorlar. Hatta Oruç Reis, Kasbahdaki Sidi Abdurrahman Camii Türbesinde yatıyor. Camiyi merakla buluyorum, cünkü Oruç Reisin mezarını fotograflayacağım. Planım bu, resimleri Yaşar Gürbüz hocama yollayacağım. Ama ne caminin içinde ne de kabristanda resim çekmeme izin var. Cezayir’de resmi kisi ve bina resmi çekmek yasak da bir mezar resmi neden yasaklanır, bilemiyorum. Hayal kırıklığıyle dönüyorum oradan. Kasbah’da pek çok Osmanlı konağı, sarayı var, genelde aynı tarz. En görkemlisi Mustafa Pasa Sarayı. İnceden inceye düşünülüp tasarlanmış son derece fonksiyonel bir yapı. Tüm duvarlar çini kaplı. O devirde öyle servet var ki, Delf’den getirtilmiş çiniler. Hatta şan olsun diye Delf’te tüm Osmanlı donanmasının gemileri tek tek fayanslara resmedilmiş. Bütün bu şatafata bakarak Kasbahın bugünkü durumu içler acısı. Her ne kadar 1992 yılında Dünya Kültür mirası olarak UNESCO korumasına alındıysa da henüz gözle görünür bir koruma belirtisi saptayamadım. Umarım yıkılıp dökülen sokaklar için çok geç kalınmaz.

Özden Yalım
Amsterdam, Ocak 2019

2 Yorum

Bu dünya o kadar çok güzelliklerle dolu ki o güzellikleri keşfetmek ve not etmek bile keyif verici bir serüven. instagram’da etkilendiğim yerleri hemen haritama kaydediyorum olur da bir gün gidersem kaçırmayayım diye. Seneler seneler önce sanırım 2008’de daha instagram yokken The Fall (2006) filmini izlerken bir sürü ilham verici yer görmüştüm. Sürrealist karelerden filmin konusunu bile hatırlamıyorum. Şimdi bu yazıyı yazarken baktım da o sürrealist karelerden biri Namibia’da çekilmiş. Namibia’ya gitmeden önce bunu fark etmemiştim. Bilinçaltım bir şekilde instagram’dan önce de kaşif ruhum için çalışıyormuş.

The Fall (2006)

Hazırlık ve Rota

Önceki yazılarımda bahsetmişimdir: Afrika çok güzel ama rehbersiz ve solo olarak seyahat etmesi zor bir coğrafya. Dil, ulaşım, güvenlik, fakirlik gibi bir çok etken var. Bu yüzden Namibia’ya tek başına gideceksem bir tur ayarlamam gerektiğini biliyordum. Bu sefer karşıma tourradar.com sayfası çıktı. Booking.com’un turistik turlar için olanı gibi düşün. Gün sayısı, gün başına fiyat, başlangıç noktası vs. gibi kullanışlı filtreleme seçenekleri var. Namibia’nın başketi Windhoek’ta başlayıp Güney Afrika’nın başkenti Cape Town’da biten gün başı 65 Euro maliyeti olan bir tur buldum. Aynı rotayı güneyden kuzeye de yapmak mümkün. Bu gibi turlar tırdan devşirme (overland truck) üstü otobüs alt kısmı 2 haftalık bütün kamp malzemesini taşıyabilen bir araçla yapılmakta. 20 kişilik araçta sadece 7 yolcuyduk ve bize Güney Afrikalı rehberimiz ve şoförümüz eşlik etti. Maliyeti, başlangıç ve bitiş noktasının farklı olması ve boş yere kocaman ülkede Windhoek’a dönmemek başlıca seçim kriterlerim oldu. Ayrıca deneyimli ekiple yolların çok gelişmemiş olduğu ve kilometre kareye 3 insanın yaşadığı bir yerde benzin istasyonu, market, kalacak yer, yemek aramamak büyük lükstü. Rehberimiz sabah kahvaltımızı, öğle ve akşam yemeklerimizi yeme tercihlerimize göre hazırladı. Bizim de hazırlık ve bitiş aşamalarında yardımımız beklendi. Araçta buzdolabı, USB şarj yerleri ve prizlerin olması konforu arttırdı. Bu arada turun ilk 2 gününün Etosha Millî Parkı‘nda safariyle başlaması hem şahane oldu hem de çok pahalı olan safariyi bu fiyatla yapmak aşırı ucuza geldi.  Safari maalesef pahalı bir aktivite. Eski e-postalarıma baktım da Kilimanjaro sonrası katıldığımız safarinin günlük maliyeti kişi başı yaklaşık 300 Amerikan Doları imiş. 0.50 Euro’sunun hesabını yapan eski erkek arkadaşım bu yazıyı okursa yüreğine inebilir.

Aşı ve malzeme hazırlığım için Madagaskar gezi notlarıma buradan bakabilirsin.

Etosha Millî Parkı

Safari yapmak çok keyifli ve güzel geçmesi biraz da şans işi. Hayvanların günlük rutinlerindeki hallerine şahit olmayı çok seviyorum. Normalde safari çok maliyetli olduğu için Namibia’da özellikle safari turu aramadım ama gezi programında olduğu için çok beklentim olmadan ilk durağımız olan Etosha’ya vardık. Daha önce Tanzanya’da katıldığım safariden farklı olan kamp alanlarından gözlemlenebilen yapay “waterhole” denen su birikintileriydi. Araç üzerinde olmadan hazır kamp alanında dinlenirken ya da gece su birikintilerini gören banklarda gelen giden hayvanları izlemek muazzamdı. Gergedanların gerilimi, dizlerini bükerek su içen zürafalar eşliğinde gün batımı, su içen springbok avlayan çakal ve ölüm çığlığı unutamayacağım anlara eklendi. Safaride aslan, leopar, fil, gergedan ve buffalodan oluşan Big Five denen bir grup var. Bu hayvanlar bir insanın yerde tek başına avlaması imkansız hayvanlar. Big Five safaride olmazsa olmazlardan. Bu tür arabayla gezmeye de “game drive” denmekte. Etosha kurak bir bölge olduğu için buffalo görmedik. Fili de çok uzaktan görebildik. Aynı zaman diliminde instagram’da betonlaşmış bir fil karesi karşıma çıktı, fili yakından görebilseydik belki ben de aynı manzaraya şahit olabilecektim. Safaride fotoğraf çekmekten çok anı yaşamak daha mühim. Annesiyle birlikte su içmeye giden yavru aslanın neşesi ve annesiyle oyunları fotoğrafa sığamayacak kadar muazzam. Etosha’da safarinin yanında bir de tuz gölü olan Etosha Pan‘ı ziyaret ettik.

Etosha’da Gün Batarken

Brandberg

Etosha’dan Brandberg’e giderken Himba kabilesinin yaşadığı köye uğradık. Gruptaki arkadaşlara biraz tiyatro sahnesi gibi gelse de bence ilginçti. Giyimleri, üzerlerindeki killer, evler, görenekler dinlemeye değerdi. Brandberg Namibia’nın en yüksek noktası. Buradaki kampımızın sabahına fillerle uyandık. Kahvaltıya gelen fil ailesini bulunduğumuz yerde gözlemlemek çok eğlenceliydi. Fil ailesinde iki tane ergen fil olduğu için görevliler mesafemize dikkat etmemizi söyledi. Brandberg’de 2000 senelik çizimleri görmek için The White Lady‘e yürüyüş yaptık. The White Lady’ye ile kamp arasında yolun geçtiği alanda belli aralıklarla yer alan düzgün daireler var. Bunlara “fairy circle” denmekte. Araçta olduğumuz ve yol sarstığından fotoğrafını çekemedim ama ilginç olan bu dairelerin içinde otların olmaması. Rehberimizin dediğine göre oluşumu hakkında kesin bir bilgi yok. Brandberg’deki kampta ilk başarılı Samanyolu fotoğrafı çekimimi gerçekleştirdim. Güney yarım kürede olduğum için Samanyolu ufuk çizgisine paralel.

The Fairy Circles

Sossusvlei

Deadvlei ve akasya ağaçları ile dans

Benim en merak ettiğim yer işte burasıydı. Rüya gibi bir yer. Akan nehrin yolunu kumulların kapatmasıyla ölü vadiler Deadvlei‘ler oluşmuş. Bütün bu kumullarla çevrili alana da çıkmaz Sossusvlei denmekte. Fotoğraflarda gördüğün akasya ağaçları 900 yıllık ve belli bir süre sonra taşlaşacakmış. Gün doğarken kumul tepelerinin bir tarafının siyah bir tarafının açık renk kalması nefis bir manzara çıkardı. Dune 45 denen büyük kumul tepesinin üzerine çıkmak öyle kolay değil.  Kum sürekli kaymakta ve düz bir yüzey yok. Karda yürümek zordur olan şarkı sözleri kumda yürümek zor diye çevrilebilir.

Dune 45

The Fish River Canyon

Namibia’dan etkilendiğim en önemli şey barındırdığı yer yüzü şekilleri ve bunların çeşitliliği. Bütün rota boyunca hiç sıkılmadım ve hemen hemen her geçtiğimiz yerden etkilendim. Dünyanın en büyük 2. kanyonu The Fish River Canyon Namibia’da. En büyüğü adı üstünde The Grand Canyon :) Kanyonun büyüklüğü ve kuraklığı ürpertici, zaten yaz başlangıcı olduğundan gündüz kanyonun tabanına inmek yasak. Bu manzarada piknik yaparak gün batımını izledik. Çöl iklimini şiddetli hissetiğim bir duraktı. Gündüz çok sıcak ve gece soğuk olduğu için güneş battıktan sonra çok güçlü rüzgar çıktı. Çadırı sabitlemesem gece biraz zor geçebilirdi.

Aklımda kalan diğer detaylar

  • Namibia eskiden Alman sömürgesiymiş. Bu nedenle Almanca, Alman mutfağı ve mimarisinin etkilerini Swakopmund, Windhoek gibi büyük şehirlerde görmek mümkün. Güney Afrika’dan bağımsızlığını ise 1990’da elde etmiş. Afrikaans Hollandaca’dan daha çok Flemenkçe’ye yakın olsa da çat pat anladım bir çok şeyi. İngilizlerin Güney Afrika hakimiyeti sırasında bir çok İngiliz kökenli aile de var Namibia’da. Maalesef ana sermaye yurt dışından geldiği için dükkan sahipleri çoğunlukla beyaz ve çalışanlar siyahi.
  • Swakopmund civarında kumda kayma (sandboarding) aktivitesi mutlaka denenmeli, kum her deliğinize girecek :)
  • Namibia, hayvan ve yer yüzü şekli açısından çok çeşitli. Kurak ülke deyip geçmemeli.
  • Game meat mutlaka tadılmalı. Ben oryx ve springbok yedim, yumuşak güzel pişmişti. Aslanlar ağzının tadını biliyor :)
  • Çölün 5 hali yani her halini görmek için harika bir ülke. Sossusvlei’ye varmadan önceki akşam kaldığımız kampta ufak bir çöl hayatı turuna katıldık. Çölde hangi su kaynakları ile hayatta kalan canlılardan yağmurun çöl hayatına olumsuz etkilerine kadar bir çok farklı şey öğrendim.
  • Namibia ve Güney Afrika’nın para birimleri aynı değerde. Güney Afrika sınırına yaklaştıkça para üstünü Güney Afrika parası olarak almak değer kaybını önlemek için mühim.
  • 4×4 kiralayıp üstünde de kamp yaparak Namibia’yı gezmek mümküm ama dediğim gibi yol bulma, benzin alma, aracın tamir ihtiyacı gibi şeylere hazırlıklı olmak gerek.
  • Türk pasaportuna vize gerekli, bu yüzden Belçika’ya gidip gelmiş olmak bile ayrı bir maceraydı. Bir kere kafaya koydum çok şükür de sonunu getirdim.
  • İnternet kapsama alanı çok iyi olmasa da 2 Euro’ya sim kart aldım ve bütün gezim boyunca çok hesaplı oldu. Millî parklarda para ile wifi’ya bağlanmak mümkün ama fiyat performans açısından kötü bağlantı. Telefonumla en azından ana yollarda araçta seyir halindeyken internete çok rahat bağlandım. 1 haftalık 1 Gb data paketi yaklaşık 2 Euro.

Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinnamibia etiketine bakabilirsin. Bu arada ilginç bir şey oldu. instagram Himba kabilesinden bir kızın fotoğrafını paylaştığım için fotoğrafımı kaldırdı. Biliyorsunuz instagram kadın göğsü ucuna takık. Neyse, instagram bu fotoğrafımı kaldırırken gitmiş fotoğraflarımın etiketini de engellemiş. Etiketlediğim ülkeleri arayıp bulamaz oldum. Şikayet için kimseye ulaşamamak sıkıntılıydı. Bir sürü çabadan sonra bazı etiketlerim geri gelmiş ama  #visneincuba gibi “Top” sekmesinde fotoğraflarım görünmüyor, “Recent” sekmesinde görünüyor. Bilgine…

Vişne Kiraz
Ekim 2018
(Amsterdam, Şubat 2019)

11 Yorum

Bir çizgi film, bir seyahat için ilham olur mu? Olur. Dreamworks yapımı Madagascar serisi bence Madagakaskar’ın gelmiş geçmiş belki de tek en iyi tanıtım aracı. Üniversite yıllarında izlemeye başladığım Madagascar animasyonlarını çok sevmiştim. Mizahı ve karakterleri bence efsane. Ayrıca Madagaskar ile ilgli o kadar güzel ve özel detaylar var ki Madagaskar gezimden döndükten sonra çizgi filmleri tekrar izledim ve seriyi daha çok sevdim. Mesela, King Julien belki de bir animasyonda yer alan tek lemur kral. Bu kadar etkilendiğim ve beğendiğim şeyler bende arzu uyandırıyor. New York’da Grand Central Terminal‘indeyken ya da Monako’da sahildeyken aklıma Madagascar çizgi filmi gelmişti. Hatta Monako yazımda da bahsetmiştim. Geçen mayıs ayında çok şükür adanın kendisine gitmek nasip oldu.

The Baobab Avenue

Hazırlık

Madagaskar çok büyük bir ada, dünyanın en büyük 4. adası, ve ulaşım zor. Kamboçya‘da tek başıma toplu taşıma araçları ile gezebilmişken Fransızca bilmiyorsan Madagaskar’da neredeyse imkansız. Fransızca bilsen bile zor. Türkiye’deki dolmuşlara benzeyen ama arkadan binilen ve orta kapıdan inilen taxi-be ile şehirler arası yolculuk yapmak mümkün. Muavin kapının arkasında ayakta ve aynen bizdeki gibi seyir halindeyken de kapı açılabiliyor. Yollar genelde iyi durumda ama tek bir tane yol var. 200km’yi sadece 4 saatte gidebildik, mora mora. Çünkü herkes yolun kenarında kâh yürüyor kâh at arabasının atsız halini çekiyor kâh bisiklet sürüyor. Köy merkezlerinden geçerken haliyle araç da yavaşlıyor.

Taxi-be

Toplu taşımadaki sıkıntıdan ötürü bir rehberle gezmek zorunda olduğum kanısına vardım. Rehber olmasa bile muhakkak özel bir 4×4 araca ve şoföre ihtiyaç var. Karşılaştığım çoğu turist de benim gibi 4×4 ile geziyordu Madagaskar’ı. Ben internetten bir kaç turdan kalacağım gün sayısına ve yapmak istediklerime göre fiyat aldım ve bir rehberle anlaştım. 17 günlük rotamı aşağıya harita şeklinde bırakıyorum. Yalnız çok aşırı iyi bir fiyata anlaşmışım, rehberim yolculuğumda baya pişman oldu ama yapacak bir şey yok. O yüzden pazarlık yapmalı muhakkak. Kalacağım duraklar, oteller, sabah kahvaltısı, benzin, şoför, milli park girişleri ve lokal rehberler ücrete dahildi. Ücretin yarısını Western Union ile gönderdim ve böylelikle ilk kez Western Union ile para göndermiş oldum. Kendimi para aklıyor gibi hissetmiş olabilirim biraz. Meğer Bangkok’daki sefaletimi (bkz. Bangkok’ta beş parasız) boşuna çekmişim, parasız kalınca Western Union Hızır gibi yetişebilirmiş.

Gitmeden eksik aşım var mı yok mu diye KLM Travel Clinic‘e uğradım. Ülkelere göre çok kapsamlı sayfaları var, en azından referans alınacak faydalı bir site. Madakgaskar için şuradan buyur Sevgili Okur. Hatta az önce T.C. Sağlık Bakanlığı’nın Seyahat Sağlığı sitesini buldum. Böyle bir sitemizin olması sevindirici, nedense beklemiyordum. Kilimanjaro’ya gitmeden yaptırdığım sarı humma aşım hâlâ geçerliydi. Hepatit A ve tetanoz aşılarımı seve seve oldum. Sıtma (malaria) için hap almadım. Kilimanjaro’da biraz kullanıp bırakmıştık. Bol bol sinek kovucu aldım yanıma. Bu sefer pis DEET maddesi yerine doğal olan CarePlus‘ın şu ürününü tercih ettim ve çok mutlu kaldım. DEET gibi dokunduğun şeyleri ve ojelerini mahvetmiyor, daha da önemlisi hem koruyor hem doğal. Madagaskar’da bulunduğum dönem kuru ve serin olduğundan sıtma riski azdı. Eğer yağışlı ve sıcak dönemde gideceksen sıtma hapı almakta fayda var.

Hastalıklardan uzak durmak için ayrıca gezim boyunca içme ve diş fırçalama suyuma dikkat ettim, çiğ sebze ve meyve yemedim. Bir de ne olur olmaz diye su arıtma aparatı aldım yine CarePlus‘tan (Note: Hey CarePlus, you can be my travel sponsor by the way! :)). Kullanmama gerek kalmadı çünkü kapalı şişede su satın almak mümkün.

Böyle kapsamlı hazırlık bilgi seansından sonra Madagaskar gezimin çarpıcı ayrıntılarına geçebilirim. Çok detay var o yüzden en etkilendiklerimi detaylandırdım. Eğer güzergâhtaki noktalarla ilgili sorun olursa bana aşağıda yorum kısmından yazabilirsin.

Çok özel! Lemurlar

Düşünsene Sevgili Okur, bir çok türü (endemik) sadece Madagaskar’da görebiliyorsun, dünyanın başka yerinde yok. Bunların en başında tabiiki lemurlar geliyor. Madagaskar’da maymun hiç yok. Lemurlar da başka yerde yok. Güzergâhımdaki ana lemur yaşama alanlarını aşağıdaki haritamda maymun ikonu ile işaretledim pek manidar oldu. Bu yerler: Ranomafana National Park, Anja Community Reserve, Isalo National Park, Zombitse-Vohibasia National Park, Andasibe-Mantadia National Park ve Vakona Reserve. Gece veya gündüz aktif bir çok farklı türde lemur var, her parkta neredeyse farklı cins lemurlarla karşılaştım. Andasibe’deki garip ve yüksek sesle bağıran sifakadan Anja’daki ring-tailed King Julien’e kadar gördüğüm bir çok lemur için referansım hep Madagascar animasyonu oldu. Zombitse’de gördüğüm normalde gece aktif olan aye-aye meğerse King Julien’in danışmanı Maurice imiş. Lemurlarla doğada yürürken kendi hallerinde karşılaşmak çok keyifli.

Vakona Reserve’de ise bir zamanlar doğadan alınıp evcilleştirilmeye çalışılmış sonra bu kurum  aracılığıyla doğaya geri döndürülmeye çalışılan lemurlar mevcut. Bazı iç güdülerini kaybeden bu lemurlar tamamen doğaya bırakılamıyor. Kedi gibi suyu sevmeyen lemurlar minik bir adada tutulmakta. İnsana maalesef alıştıkları için lemur adasındayken her turiste olduğu gibi benim de üzerime sıçradılar. Öyle şekerler ki mest oldum mest. Oradaki rehber muz verdiği içindi aslında bütün bu samimiyet. El gibi ayakları soğuktu. Tüyleri yumuşacık. Hele o bir sağa bir sola zıplaya zıplaya ilerlemeleri acayip neşeli. Lemurların kuyrukları sadece denge içinmiş, maymunların kuyrukları gibi  tutunmak için güçlü değiller.

Çok özel! The Baobab Avenue

The Baobab Avenue

Hayallerim gerçekleşti diye duygulandım ağladım The Baobab Avenue’ye vardığımda. Müthiş bir his. Baobab ağaçları heybetli ve büyüleyici. Kökleri 50-100 metre kadar öteye uzanabiliyormuş. Dişi ve erkek ağaçlar farklı. Gittiğim zamandaki dişi ağaçların yaprakları dalların üzerindeydi ama erkek olanlarınki dökülmüştü. Yolu doya doya yürüdüm. Sırf baobab ağaçları için bile gidilir Madagaskar’a. Baobab ağaçları devlet tarafından korunmakta ve gövdesi çok kullanışlı değil. Madagaskar’ın batı kıyılarında yaygın çünkü kuru orman habitatında yaşıyor. Madagascar çizgi filmlerinde baobab ağaçları atlanmamış.

Çok Özel! Tsingy de Bemaraha National Park

Ulaşımı en zor nokta burasıydı gezimde çünkü asfalt yol yok. 4×4 olmadan varmak imkansız. Taxi-be bile yok bu güzergâhta. 4×4 ile off-road deneyimim hiç olmamıştı. Değişik ve keyifli bir deneyim. Tabii yol olmayan yerde hiçbir şey yok. Madagaskar’ın gördüğüm en fakir bölgesi burası oldu. Çocuklar temiz içme suyu istiyor. Çok tuhaf bir his. Sadece elimdekini vermek ne kadar kalıcı olur ya da bir an temiz su içmek onların hayatını nasıl etkiler bilemedim. Aslında kısa vadeli çözüm yerine bir NGO’ya destek vermeyi düşünüyorum ciddi ciddi. İnanılmaz yüksek teknoloji (!) ürünü bir feribotla 2 nehir geçtik. Yol boyunca iki üç tane su içinden geçtiğimiz zorlu su birikintileri de oldu. Bunlardan birinde oralı insanlar suyun içine taş, tahta vs. kullanarak yardımcı oldu ama bahşiş de istediler. Onlar da böyle gelir kapısı açmışlar kendilerine.

Feribot

Tsingy de Bemaraha National Park‘ı kuvvetli yer altı sularının erezyonu sonucu oluşmuş çok sivri kayalıklarla kaplı. Yalın ayakla yürünmez anlamına gelen tsingy bu milli parkın adı ve UNESCO koruması altında. Park girişi için bilet ve zorunlu rehber Bemaraha’dan alınıyor. Akabinde önce nehir kıyısında bir ağacın kovuğundan oyulma sal ile nehir geziliyor, sonra Bemaraha’ya gelip 1 saat araba yolcuğundan sonra esas parka varılıyor. Bunca mesafeden sonra merak ettim kim bu doğa harikasını nasıl bulmuş. Çok izbe bir yer. Bu vesileyle hayatımda ilk kez primary forest içinde yürüyüş yapmış oldum. Kamboçya ya da Kosta Rika gibi egzotik yerlerde bile hep secondary forest görme fırsatım olmuştu. Hep merak etmiştim hiç primary forest görebilecek miyim diye. Onun için neredeyse 5 güne yaklaşan bir yolculuk (gidiş-dönüş) gerekliymiş. Harness (tırmanış kuşamı) ile tsingy gezisi başlıyor. Çok dik, dar ve sivri yerler var ve geçerken kendini halata bağlayıp ilerlemek gerekmekte. Keyifli bir parkur. Hem yükseldik hem alçaldık. Yeri geldi kayaların altından süründük yeri geldi ağaçta uyuyan lemurları izledik. Asma köprü ve panaroma noktasının manzarası muhteşemdi. Öğle yemeği için mola verdiğimizde orman faresi görmesem de olurdu.

Tsingy de Bemaraha National Park

Isalo National Park

Gördüğüm milli parklar içinde Tsingy’den sonra en etkilendiğim Isalo oldu. Gran Canyon ya da Monument Valley’i henüz görmesem de Isalo National Park vadisi biraz o manzarayı anımsattı. Kurak ve sessiz durmasına rağmen çok farklı türde bitki ve böcek gördüm. Elephant foot plant, Napoleon’s hat flower, rainbow milkweed locust, stick insect aklımda kalanlar. Stick insect’leri bulundukları bitkinin dalından ayırt etmek neredeyse imkansız. Ha bir de Kraliçe’nin düşmanlarını öldürmek için kullandığı zehirli bir ot vardı. En sevdiğim yerel rehber Nirina bu ottan bahsettikten sonra başkentteki Queen’s Palace’ı da muhakkak görmemi önerdi. Tsingy’de olduğu gibi eskiden yerel insanlar ölülerini tepedeki kayaların içine bırakırlamış. Yerel meyve rumları ile süren cenaze merasimleri ilginç hikayelerden. Kamp yerinden ilerleyince dere kıyısından minik şelaleye ulaştık. Dere kıyısı bir anda tropik bir ortam oluşturdu. Kumlu palmiyeli. Sandviçlerimizi burada yedik.  Bu parkta ring-tailed lemurların yanında 1 tanecik kalmış white-sifaka gördük. Rivayete göre bu parkta çıkan yangın bu lemurun ailesi ölmüş ve tek kalmış. Farklı lemur cinsleri birbirleri ile aile kurmadıklarından bu zavallı çok yalnızdı. Yüzünde öyle bir hüzün vardı şam şeytanı ring-tailed lemurların aksine. Bilmem belki hikayeden etkilendim.

Antananarivo

1000 tane köy demekmiş bu uzun isimli başkent. Ama kısaca Tana derler. Son günümde Tax ve Dadah kardeşler beni Queen’s Palace‘a götürüp kısa bir şehir turu attırdılar. Kırsalın aksine başkent Tana pek tekin değil. Tek başına gezmemek gerek. Polis bile Tax’e fotoğraf makinamı çantamın içine koyma konusunda uyardı. Başbakan karşıtı gösterilerin olduğu yerden geçerken biraz daha dikkat ettik. Eski başbakanı halk çok seviyormuş ve şimdiki başbakan Aralık 2018’deki seçimden önce sistemi değiştirmeye çalışıyormuş. Bir de yolsuzluğu açığa çıkaran belgeseller açığa çıkmış. Zombitse tarafına giderken geçtiğimiz İlakaka bölgesinde cevher arama lisansı hep büyük paralar karşılığı Hindistan, Pakistan gibi yabancı şirketlere veriliyormuş. Şimdi bu insanlar kendi ülkelerinin zenginliğinden faydalanamayıp bir de köle gibi yabancılar daha çok kazansın diye az maaşlara zorlu şartlarda çalışıyorlar. Tanzanya’da gözlemlediğim aynı köle mantığı burada da sürmekte maalesef. Ben bile kısa sürede düzgün gitmeyen şeylere kızmışken halkın isyan etmesi çok normal. En azından kendi zenginlikleri kendilerini kalkındırmalı. Queen’s Palace’ın hemen yanında Musée Andafivaratra da kısa bir Madagaskar tarihi için görmeye değer. Bu tepedeki manzara oldukça güzel. Biz buradan aşağı doğru yürüdük. Eski bir yerleşim yeri ve keyifli başkent insanları arasında yürümek. Biz varlıklı bir ailenin kilisedeki düğününe denk geldik mesela. Öğle yemeği için istasyonun yanındaki restoranı tercih ettik. Genelde turistler takılıyor, iç tasarımı ve menüsü güzel.

Bu arada Tax şoförümün Dadah’ın kardeşi. Benim kendi rehberimle gezimin son zamanına doğru çıkan sıkıntıdan ötürü hem beni korudular hem de bu başkentteki yürüyüşte benzin masrafı dışında bir şey talep etmediler. Tax gayet iyi İngilizce, Fransızca ve az biraz İtalyanca konuşuyor. Madagaskar rotaları konusunda da oldukça bilgili ve deneyimli. O yüzden Madagaskar’a giderseniz gönül rahatlığı ile Tax’i önerebilirim. Dadah keşke İngilizce bilse kesinlikle onu söylerdim (Tax, sorry but Dadah is still my number 1 ❤, ha ha!).

Panaroma – The Queen’s Palace

Rotam

Sonuç olarak

Madagaskar gezimde bir kez daha gördüm ki mutlu olmak için çok bir şeye ihtiyaç yok. Hem o kadar fakir hem o kadar mutlu başka bir millet görmedim. Dert olmayacak o kadar fazla şeyimiz var ki. Şükürsüzüz Sevgili Okur! Temiz içme suyu ve elektriğin olmaması bile Malagasy‘leri mutsuz edemiyor (Madagaskar halkına Malagasy denmekte. Ne kadar doğru bilmiyorum ama duyduğuma göre Almanlar kelimeyi yanlış telaffuz ettiği için böyle Madagaskar kökünden başka bir isim kullanılmakta). Öyle kahvehane köşelerinde aylak oturan Malagasy de yok. Herkes çoluk çocuk sabah gün doğumundan gün batımına kadar çalışıyor. Büyükşehir insanı spor salonlarında sixpack yapacağım diye kasarken Madagaskar sixpack’li insanlarla dolu. Fakir olmalarına rağmen açlık sınırı olmadığından ve çalıştıklarından güçlü bir vücuda sahip oluyorlar doğal yöntemlerle (çalışarak). Bir başka çıkarım ise oldukça sabırlı olmak. Yokluk içinde ellerinden geleni yaparak birbirine destek olan Malagasy’lerin aynı Tanzanyalılar’ın pole pole‘si gibi mora mora‘sı var. Yavaş yavaş ya da rahat ol demek. Şoförüm Dadah çok hatırlattı bana bunu. Yolda kaç kez tekerlek patladı, araba bozuldu, başka aksilikler oldu. Kızsan da kızmasan da sonuç değişmiyor. İnsanların çabası bir çok şeye olan tutumu değiştiriyor. Hayatın zorluklarına karşı mora mora bir yaşam şekli, Malagasy’ler birbirlerine karşı çok anlayışlı ve yardımsever. Yeşil ışık yanınca saniyelerle geciken araca korna çalmıyorlar mesela. Aklımda kendine özgü doğası, birbirinden şirin lemurları, baobab ağaçları, güzel insanları ile yer etti Madagaskar.

Bir sonraki hayalim Namibia! Yeni iş değiştirdiğim için izinlerimi yeni yöneticimle konuşmam gerek. Bana şans dileyin :)

Mora mora hayallerimize 🥂

Diğer fotoğraflar, videolar ve hikayeler için instagram’dan #visneinmadagascar etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Mayıs 2018
(Amsterdam, Haziran 2018)

Not: 17 gün gezince anlatacak ne çok şey birikmiş.

6 Yorum

Mâlum bahar gelmek üzere. Hollanda’da lale tarlaları alabildiğine rengârenk olacak. Hollanda’ya gelen turistler Emirgan gibi bir park olan Keukenhof‘a akın edecek. Bense Keukenhof yerine senelerdir yaptığım gibi bu sene de keyifle lale tarlaları arasında Bollenstreek‘te Düldül’ümle gezeceğim 🚲.

Lalenin Osmanlı’dan Hollanda’ya gelişi

Hollanda’da bir süredir yaşasam da Hollandalılar’ın ticaret kafasına ve pragmatist yaklaşımlarına şaşırmaktan hâlâ kendimi alıkoyamıyorum. 16. yüzyılda devrin süper gücü Osmanlı’dan yardım istemek için Hollanda resmî heyeti Türkiye’ye gider. Konu İspanyollar’ın bölgedeki hakimiyetine karşı destek almaktır. Bu resmi ziyarette Osmanlı Heyeti hediye olarak lale soğanı verir Hollandalılar’a. Hollanda’ya ilk kez bu vesile ile gelen laleler o kadar çok sevilir ki lale çılgınlığı “tulip mania” başlar. Bu çılgınlığın meyvelerinden bir tanesi de ilk borsanın kurulmasıdır. Diğer meyvesi de bu lalelerin soğanlarını çoğaltmak için renk cümbüğü oluşturan lale tarlaları.

Keukenhof

Keukenhof aşağıdaki haritada da gördüğün gibi Lisse’e yakın girişi ücretli bir park. Giriş ücreti kişi başı 20 Euro civarında. Parkta bir çok lale türü ekili oluyor. İstanbul’da lale mevsimini görmüş hele Emirgan’ı ziyaret etmiş biri için çok ilginç bir yer değil. Bir de lale mevsimi olan Mart – Mayıs arası maalesef tur otobüslerinin katkısıyla aşırı kalabalık oluyor. Bisikletle parkın etrafından geçmek bile bu yüzden çok tatsız. Ben şahsen gelen misafirlerime Keukenhof’u değil Bollenstreek bölgesine gitmelerini öneriyorum.

Nedir Bollenstreek?

Lale soğanlarının çoğalması için ekilen lale tarlalarının bulunduğu Lisse civarı ve kıyı şeridi içinde kalan bölgeye Bollenstreek denmekte. Bollenstreek’te bir sürü çiçek tarlası yer almakta. Toprağı da ilginç bir şekilde kum gibi. Amaç soğanın çoğalması olduğu için anladığım kadarıyla bu kum türü toprak hem ekimi hem de soğanları çıkarmakta oldukça elverişli. İşte Hollanda’ya has olan manzara bu bölgede yer alan tarlalar. O alabildiğine uzanan renkli tarlaları laleler, sümbüller, zambaklar eşliğinde görmek muhteşem bir duygu. Bisikletle geçerken rüzgarın getirdiği sümbül kokusunu tarif edemem.

Rotam

Mart-Mayıs arası lale mevsiminde güneşli güzel bir havada Düldül’ümle yaklaşık 40 km’lik bir yol kat ediyorum. Amsterdam’da oturuyorum. Genelde Amsterdam-Zuid istasyondan Sassenheim‘a tren ile ulaşıp, Sassenheim’dan Lisse‘e doğru lale tarlaları gördükçe devam ediyorum. Sassenheim tren istasyonunda Bollenstreek Rotası ile ilgili bir sürü bilgilendirici pano bulunmakta. Ayrıca kısa bir rota için bile bir çok tarla yakın mesafede. Bu yüzden başlamasını en sevdiğim rota bu. Bir başka sene de tren hatlarında haftasonu olan bakım çalışması yüzünden Haarlem‘den Sassenheim‘a kadar gitmiştim. Haritada görünen şehirleri kapsayacak şekilde kendi rotanı sen de belirleyebilirsin. Tren durakları için Haarlem, Heemstede, Sassenheim’a ulaşmak bana daha kolay geliyor.

Bundan 3-4 sene önce bir lale tarlası sahibi kafeli bir konsept yaptı. Lale mevsiminde lale tarlasının yanına yatak, bisiklet, masa gibi dekorlar koyup çay, kahve, tatlı ikram etmekte. Tarlanın adı De Tulperij – Voorhout. Sassenheim istasyonundan bisiklet ile 13 dakika uzakta. Rotanın başında ya da sonunda mutlaka buraya uğramalısın. Kapanış saatini kontrol etmekte fayda var.

Olur da bu yazıdan ilham alıp Bollenstreek’e gidersen bana yorumlarını mutlaka aşağıda ilet, izlenimlerini merak ediyorum :)

Vişne Kiraz
Amsterdam Şubat 2019

Yorum bırakın

Sevgili Okur,

Myanmar vizesi başvurumu ve sonrası başıma gelenleri bu sefer yazılı değil sana sesli anlattım. Bak bakalım nasıl olmuş?

Vişne Kiraz
Amsterdam, Şubat 2018

Yorum bırakın

Güneydoğu Asya seyahatimde en sevdiğim söz “Same same but different!” olmuştu. Aynı aynı ama farklı diye çevirsem de sahte ürünleri satarken kullanıyorlar. Mesela Rolex saat alacaksın “Bu orijinal mi?” diye sorunca “Same same but different!” cevabını alırsın Sevgili Okur (Bu arada urbandictionary’nin bilmeden benimle aynı örneği vermesine ne demeli? :) ). O gün bugündür ne zaman biraz bir benzerlik olsa eğlenerek bu tabiri kullanırım. Şimdi bu tabiri Fas ve Türkiye için SSBD kısaltmasıyla kullanıp sana Fas gezimden bahsedeceğim. Fas benim ilk kez gezdiğim Arap ülkesi olma ünvanına sahip.

Tannery, Fes

Fez

Bu geziye çok güzel ama bir o kadar da zor bir noktadan başladık: Fez! Gezimizin sonunda iyi ki Fez dışında başka yerlerde gezmişiz diye düşündüm. İlk zorluk araba kullanma deneyimi oldu. Havaalanından otele gelebilmek başlı başına bir maceraydı. Bir kere kavşak kavramı çok karışık. Kavşak büyüklüğü değişken ve GPS (maps.me) büyük de küçük de olsa her şeye kavşak diyor. Kavşaklara araçların girmesinde hiç kural yok. En içteki aracın aniden kavşaktan çıkması ya da beyaz uzun bir tırın sağa bakmadan kavşaktan geçmesi Fez civarı olağan. Bunları aşıp otele yaklaşınca bu sefer de park yeri sıkıntısı yaşadık. Medina (old town) kısmı araba trafiğine kapalı. O yüzden maps.me de görünen en yakın park yerine vardık. Park yeri derken pazar yerinde kalabalık ve kaotik bir alan. Boş yer de bulamayınca çareyi kalacağımız riad ‘ın görevlisinden yardım almada bulduk. (Fas’ta içinde havuzlu avlusu olan evlere riad denmekte. Bunların bir çoğu Fransızlar tarafından satın alınmış otel olarak işletilmekte.) Zeynep Kaptan park yerinde bulabildiğimiz bir yerde araçta kaldı ve ben ilk kez medina‘nın içine daldım. Medina yabancıların oldtown tabirine denk gelse de labirent olması yönüyle ayrılıyor. Medinanın içine ilk girip riada yürüdüğüm an film sahnesi gibiydi. Daracık bir yolda haritadan ve tabelalardan riadı ararken bir yandan da ilk kez gördüğüm kalabalık yaya ve hayvan trafiği inanılmazdı. Riadı bulup görevliyle medinadan çıkıp aracımızı sağ salim bırakabildik. Riada giderken gördüğüm ufak bir fırından sıcacık pide aldım. İlk kez harcama yapacağım için bozuğum yoktu ve o fakir fırındaki amca Türk olduğumu öğrenince ücretsiz verdi pideyi. Bu duyguyu o kadar unuttum ki bu kuzey Hollanda ülkesinde. O sıcak pide gibi içimden sıcak bir şeyler aktı. Hiçbir şeyi olmadan paylaşan hatır gönüllü insanlara karşı varlık içinde kuruşu kuruşuna hesap yapan soğuk izole insanlar.

İlk şekerli naneli sıcak çayımızı (şekersiz ve soğuk olması hatta buz bulmak imkansız) içip soluklandıktan sonra medinanın bir ucundan diğer ucuna yürüdük. Bu güzergah boyunca “Ben satıcı değilim, size yardım edeyim. Nerelisiniz?” sorularıyla muhattap olmadan yürüyemeyeceğimizi öğrendik. Diğer öğrendiğimiz şey de camiilere müslüman olmayanların giremeyeceği olması. Dünyanın en eski üniversitesi ve camii olan University of Al Quaraouiyine‘a girerken görevli “Durun, giremezsiniz!” dedi. Hayırdır deyince müslüman olmadığımız için olduğunu dile getirdi. Bugüne kadar hiçbir mabede o dinden olunmadığı için girilemeyeceğini ne duydum ne gördüm. Elbette o dinin gerekli değerlerine ve giyinme şekline saygı duyulması gerekmekte. Düşünsenize Sultan Ahmet Camii’ne onlarca turist girip çıkıyor, böyle bir soru sorulmaz bile. İşte ilk SSBD! Bizde kimsenin inancının dış görünüşüyle ilgili olmadığı (maalesef herkes uygulayamasa da) söylenir, hatta kimin cennete gideceğini Allah’tan başkasının bilemeyeceği anlatılır. O yüzden camiiye girmenin görmenin o kişiye ne hissettireceğinden alıkoymaz kimse.

Fes kapılar

Akşam yemeğini The Ruined Garden‘da yedik. Bahçesi ve yemekleri gayet güzeldi de akşam çok geç olmamasına rağmen riada korkarak döndük. Medinanın içinde hava kararmaya başladığı için bir yandan dükkanlar kapanmaya başlamış, bir yandan da GPS’e baktığım için turist olduğumuzu gören delikanlılar ya da başka niyetli erkekler biz sormadan bize yardım etmekte çok ısrar etti. O karanlık sokaklarda iki kadın birilerini takip etmek zorunda kaldık istemesek de. Belki de gerçekten iyi niyetlilerdi ama gün içinde o kadar çok satıcıdan ısrar gördükten sonra bir anda içimiz rahat etmedi bu durumdan. Hatta bir noktada yolun devamının kapalı olduğunu söyleyip etrafımızı çevirdiler. Korktum tek olmadığım halde. Arkadaşıma bas gaza kimseyi dinlemeden hızlıca bildiğimiz gibi yürüyelim dedim. Hakkaten de yol kapalı değildi. Böyle bir şey yaşacağımı bilsem restorandan yanımızda bize eşlik edecek birini isterdim. Daha sonra Amsterdam’da karşılaştığım Faslı taksici “Ben oralı olduğum halde Fez’den çekiniyorum.” deyince anladım yaşadığımızın çok normal olmadığını. Hatta Fez’den ayrıldıktan sonra Fez’de çok az Faslı kadın gördüğümüzü fark ettim. Belki de medinanın çoğunlukla turist ve satıcılarla dolu olmasındandır.

İlk günün kaosunu ertesi gün gün doğumunu izlemek için erken uyanıp hem serin hem sessiz sokaklarda gezerek engellemiş olduk. Bence en güzel Fez anları da bu sabahın erken saatlerinde yaşandı. Ezan sesinin eşlik ettiği toz pembe manzaralı Fez’i doya doya seyrettikten sonra boş Fez sokaklarına çıktık. Fotoğraf meraklısı olduğum için ilk soluğu Tannery denilen deri boyama yerinde aldım. Para kazanmanın zor olduğunu en iyi ifade eden yerlerden biri burası olmalı. O derileri renklendirmek için çıkan koku inanılmaz. Yazın ortasındaki halini düşünemiyorum bile. Bize taze nane koklattılar kusmayalım diye. İşe yarıyor. Ne kadar zorlu olsa da manzaralar da o kadar enfes. Bıraksalar bütün gün orada çalışanları izleyebilirdim. Bir sonraki durağı hiç düşünmemiştim. Labirentin içinde gezerken Zaouia Sidi Ahmed Tijani türbe va camiisinin girişinde bulduk kendimizi. Caminin imamı bizlere Faslılar’ın namaz kılarken giydikleri renkli cübbelerden verdi türbeyi gezerken giymemiz için. İmam çeşmenin önünde Zeynep ile benim fotoğrafımızı çekmeyi teklif etti ve çıkarken de içerideki yaşlı amcadan hayır dua almamız için rica etti. Güzel sabah gezintisinden sonra kahvaltımızı yapıp Volubilis’e doğru yola çıktık.

Volubilis, Moulay Idris ve Meknes

Fes ile Volubilis arasındaki yola sarı ve yeşilin tonları hakim. Zeytinlikler ve ufaklı tefekli göllerle dolu bir manzarada yolculuk yaptık. Volubilis, Roma döneminden kalma antik bir şehir. Öğlen çok sıcak olduğundan Volubilis’e yakın olmasına rağmen önce Meknes’teki otelimize gidip dinlenip Moulay İdris‘i ikindi vakti gezmeyi tercih ettik. Molulay İdris küçük ama çok şirin bir kasaba. Akşam güneşini beklerken meydandaki kafede bir şeyler içip gelen geçenleri izlemek çok keyifli. Meknes’e dönerken yine zeytinlikler bizi bizden aldı.

Moulay İdris’te gün batımı

Marakeş

Sabahları gün doğumunda kalktık bu gezi boyunca. Böylelikle hem öğle sıcağından hem de trafikten kaçtık. Hiç pişman değiliz :) Marakeş, Fes’e göre oldukça büyük ve gelişmiş bir şehir. Biz ilk öğleden sonramızı şehrin içinde geçirdik. Souq bizdeki Eminönü gibi bir yer. Bu yüzden beni Avrupalı turistler kadar etkilemedi. Bu da bir başka SSBD. Fas, Fransız sömürgesinde kaldığı için Franıszca yaygın olarak konuşulmakta. Bu nedenle Fransız turistler Türkiye’ye gelmek yerine Fas’a gitmeyi tercih ediyorlar. Bence Türkiye’deki kalite ve temizlik Fas’ta yok ama Türkiye’yi terchi etmiyorlar. SSBD yarışında ya Yunanistan’a ya da Fas’a kaybediyoruz. Marekeş’te Ben Youssef Madrasa‘si mozaikler açısından güzel olsa da Endülüs’teki kadar iyi korunmamışlar. Ayrıca şehrin merkezindeki Koutoubia Mosque‘nin kulesi Seville’de Giralda inşa edilmeden önce Marakeş’te inşa edilmiş. Aynı kuleyi ayrı iki ülkede hem camii hem de kilise kulesi olarak görmek ilginç oldu. Endülüs gezi notlarımı hatırlamak istersen böyle alayım seni. Marakeş manzarasının tadını çıkarmak için House of Photography‘nin üstündeki kafeyi tercih ettik.

Marakeş’teki ikinci günün sabahında High Atlas dağlarına doğru yol aldık. Aslında amacımız Game of Thrones’da Khaleesi’nin şehri Yunkai’yi görebilmek için Ouarzazate‘ye varmaktı. Ouarzazate bir çok filmde mekan olarak kullanılmış bir bedevi köyü, ayrıca Sahara’ya açılan kapı olarakta geçmekte. High Atlas dağlarına vardığımızda yer yüzüne hakim renkler kırmızı, yeşil ve gün doğumunun pembemsi maviliğiydi. Yollar dağ yolu ve virajlı olduğundan yolculuk hesapladığımızdan uzun süreceği için rotayı Ourika Vadisi‘ne çevirdik, güzel de oldu. Ouarzazate ve Sahara’yı başka bir Fas ziyaretine bıraktım. SSBD‘ların sonuncusu ise Türkiye’de iki kadın olarak arabayla doğuda böyle bir gezi yapamayacağımız oldu. Halbuki Türkiye coğrafyasının çeşitliliğinin tadını korkmadan çıkarabilmek isterdim.

Khaleesi Ouarzazate’de

Ourika Vadisi‘nde köylü çocukların yardımıyla bulduğumuz safran tarlasını ziyaret edip son zamanlarda meşhur olan argan yağının nasıl çıkarıldığını öğrendik. Arganın yetiştiği çalı çok dikenli olduğu için keçilere meyveyisini  yedirip dışkısından argan toplanıyormuş. Ourika Nehri’nin ileri kısımlarında bizim gibi su kenarında mangal yapılan yerde öğle yemeği molası verdik. Uzun zamandır nehir kenarında bir şeyler yememiştim.

Son gecemizi Agafay Çölü‘nde lüks çadılarda geçirdik. Agafay Çölü, Sahara’ya gidecek kadar vakti olmayanlar için ideal. (Biz Scarabeo Camp‘te kaldık ama yaşadığımız ufak tefek servis problemleri yüzünden tavsiye etmem.) Akşamki yemek çadırı, dekorlar, sabah gün doğumundan sonraki deve turu kendimi Lawrence of Arabia filminde hissettirdi.

Türkiye ile kıyaslayarak biraz iç geçirdiğim ama yine de renk cümbüşünden ve çeşitliliğinden etkilendiğim bir gezi oldu Fas. Daha görmek istediğim bir çok yer var Fas’ta. Bakalım bir sonraki gezim ne zaman olur bu renkli ülkeye.

Diğer fotoğraflar için instagram’dan #visneinmorocco etiketine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Nisan 2017
(Amsterdam, Ocak 2018)

4 Yorum

The Dark Hedges

Dublin seyahatim biraz farklı başladı. Sanki biraz da bir yönümü anlatan bir hikaye oldu Sevgili Okur.

(Sakın nasıl diye sorma!) Bir şekilde İrlanda’nın Schengen bölgesinde olduğuna inanmışım. O kadar emindim ki önüme çıkan sinyallerin hiçbirinden kıllanmadım bile. Havaalanındayken gittim doğruca Schengen uçaklarının olduğu kapıya. Biniş kartımdaki barkodu okuttuğumda yanlış yerde olduğum uyarısını aldım. “Schiphol’de inşaat var, ondan zağar.” dedim ve üst katta Schengen bölgesi dışına uçan uçakların kalktığı kapıya gittim. Bu yüzden de pasaportumun damgalanmasını yadırgamadım. Uçağımın olduğu kapı İngiltere’ye giden uçakların olduğu yerdeydi (çok ilginç). Hostes pasaportuma bakarken bir yandan beni business class’a aldıkları için yeni biniş kartı basmaya çalışıyor bir yandan pasaportumda hararetle İrlanda vizesi arıyordu. İnancım o kadar güçlü ki kadına gayet normal bir tonda çalışma iznim olduğu için Schengen bölgesinde vizeye ihtiyacım olmadığını ve neden pasaportumda vize aradığını sordum. Bu soğukkanlılık ve inançla hostes ikna olmuş olacak ki geçmeme izin verdi. Aslında bu da ikinci sinyaldi. Business class’da mutlu mutlu yolculuk ettikten sonra Dublin’e vardık. Pasaport kontrolünü görünce “Acaba mı?” diye internetten dur bakayım demeden sıra bana geldi. Paşa paşa görevli memureye pasaportumu verirken “İrlanda Schengen bölgesinde değil mi?” diye sordum rahatça. Korku ya da heyecan hiç yoktu. Bu da aymam için üçüncü sinyaldi. Çekirge üçüncü kez zıplayabilecek miydi acaba? Meraklıydım. Hiç bu duruma gelmemiştim ve vizesiz bir ülkenin sınırında ne yaparlardı hiç fikrim yoktu. Amerika’da ya da Almanya’da aynı duruma düşsem yusuf yusuf olurdum her halde. İrlandalı görevli polis memuresi bana bir dahaki sefere İrlanda’ya girişte vize almam şartıyla pasaportuma bir uyarı mühürü basarak İrlanda’ya giriş izni verdi. Biletimin ve pasaportumun fotokopisini çekmek için de çok kibarca izin istedi. Misafirpervelik buydu işte! Altı üstü bir kaç gün kalacak bir turisttim. Ne gerek vardı işleri zorlaştırmaya? Daha sonra konuştuğum göçmen bir taksici de İrlandalıların yardımsever ve arkadaş canlısı olduklarını kendi dile getirdi. Halbuki burnu havadaki İngilizler’e bu kadar yakın ama karakter olarak zıt bir millet. Hoşuma gitti. Bu yüzden İngiltere Nişantaşı ise İrlanda benim için Karaköy oldu :) Daha sonra Game of Thrones çekimlerinin yapıldığı Dark Hedges’i görmek için Kuzey İrlanda’ya da hali hazırda vizesiz İrlanda’da olduğumdan kaçak girmiş oldum. Bu da ayrı keyifliydi, yüzümdeki gülümseme bitmediğinden yanaklarımın acıdı o derece. Bu değişik girişten sonra Dublin gezim havanın da güzel olmasıyla epey keyifli geçti. Evlerin kapıları, Trinity College’ın kütüphanesi (Jedi Library), pub kültürü, çiçeklenmiş kiraz ağaçları, doğası aklımda kalanlardan. Kötü de olmadı :)

Güçlü bir inanışla ve bir an bile bir yanlışlık olma ihtimalini düşünmeden vize falan demeden girebildim İrlanda’ya. Peki bir şeye bu kadar güçlü inanmak ne kadar doğru? Neden önüme çıkan sinyallere ihtimal bile vermedim? Bu kadar güçlü bir inanç beni yanlış yerlere sürükler mi(ydi)? Bu soruları hala düşünüyorum. Belki babamın baskısından kurtulup tek başıma geldiğim bu noktada kişiliğimin ve bu inancımın payı büyük. Baskın bir kültürde yalnız yaşamak ve çalışmak sanırım böyle durmazsam olmazdı. Ama bazen de çok mu zorluyorum? Bir yerde vazgeçmeli miyim? Sen ne dersin Sevgili Okur?

Bonus: Dublin gezimden sonra The New York Times’da “Gerçekler neden fikrimizi değiştirmez?” başlıklı makaleye denk geldim iyi mi?

Diğer fotoğraflar için instagram’dan #visneindublin ve #visneineireland etiketlerine bakabilirsin.

Vişne Kiraz
Nisan 2017
(Amsterdam, Mayıs 2017)

9 Yorum

Bill Murray ile kesinlikle aynı fikirdeyim.

Hayaller aynı olsa da rotalar ayrı olabiliyor. Bunu da bence ciddi bir şeylere başlamadan önce en iyi gözlemleme imkanı birlikte yaşamak falan değil kesinlikle birlikte konfor sınırının dışına çıkaracak seyahatlere gitmekte. Çünkü yolculuk ev gibi durağan değil, sürekli değişkenler değişiyor ve birlikte hem öncelikleri belirlemek, hem çözüm üretmek ve hem de benzer şeylerden keyif almak mühim. Mesela akünün boşalması, yolda benzinin bitmesi, bir sonraki nokta için erken kalkmakta anlaşmak, ceza yemek, yemek yenecek yer tercihleri gibi durumlara yaklaşımın nasıl? Bir şey kötü gittiğinde dünyanın bambaşka bir yerinde karşıdakini mi suçlarsın yoksa kötü durumdan birlikte çıkmak için çözüm mü üretirsin? Bütçe farklılıkları da mühim. Birinin kazancı daha azsa onu peşinden mi sürüklersin yoksa destek olmak ya da makul bir seçenek mi sunarsın? Ortak yolluğu tek başına mı yersin yoksa yarısını yiyip diğer yarısını diğeri yer diye saklar mısın? Yolda diğeri rahatsızlanırsa sen ne yaparsın? Sen rahatsızlansan diğerinin ne yapmasını istersin?

Ayrıca illa her şeyi birlikte yapmak da gerekmiyor. Yerine göre kısa süreli farklılaşan rotalar o süre zarfında iki kişiyi de mutlu ediyorsa zaten kısa bir müddet sonra yollar birleşecekse neden olmasın?

Bütün bunlar güzel bir şekilde bir araya gelebiliyorsa o kişi hayat yolculuğuna da çıkılacak kişidir.

Vişne Kiraz
Amsterdam, Mayıs 2017

Yorum bırakın

Svalbard Mart 2013

Çok gezmemle ilgili çok ilginç bir yorum aldım geçenlerde. Beni pek de tanımayan birinden. Gezdiğim bir kaç ülkenin adı geçince sohbet esnasında şaşırıp çok gezmemi mutsuz olduğuma bağlamış. Ben de bu konuyla ilgili görüşlerimi seninle de paylaşmak istiyorum Sevgili Okur!

Çok okuyan mı bilir çok gezen mi?

Mevzu çok okuyan mı çok gezen mi tartışması değil. Geziye başlamadan araştırma yapmak olmazsa olmaz adımlardan. Öncelikle gezmek/seyahat etmek ufku açan, insana farklı hayatları dünyanın neresinde olursun olsun deneyimleme imkanı veren bir etkinlik. Şimdi zaman teknoloji çağı, oturduğumuz yerden de ülkemizin ya da dünyanın bir çok yeri hakkında bilgiye erişebilmek mümkün. Fakat bunu gidip yerinde deneyimlemek çok farklı. Çünkü ne kadar objektif olursa olsun başkasının gözünden değil kendi gözünden görmek bambaşka bir şey. Bunu özellikle Çin’e gittiğim zaman hissetmiştim. Çince bilmediğim için Çin hakkında okuduğum ve izlediğim kaynaklar hep çeviri. Şanghay sokaklarında gezerken Çin’i çok farklı bildiğimi fark ettim. Oradaki insanlarla konuştukça, pazarı gezdikçe kendi Çin görüşümü oluşturduğuma mutlu oldum. Yeri geldiğinde kendi deneyimimden birinci ağızdan bahsedebilmek güzel bir his.

I Scream, Oslo, Mart 2013

Tebdilimekânda ferahlık vardır!* Atasözü

Özellikle kışın Amsterdam’da soğuktan ve karanlıktan çok bunalıyorum. Akdeniz insanıyım, güneşle uyanmaya soğuk da olsa kış güneşini sıklıkla görmeye alışkın büyümüşüm. 30 yaşımdan sonra buranın kışına kolayca alışmam çok zor. Depresif falan olmuyorum ama karanlıkta işe gitmekten eve karanlıkta dönmekten yorulduğum için güzel bir seyahat molası iyi geliyor, şarj oluyorum. İlla çok uzağa gitmem de gerekmiyor. Bir kayak tatili ya da İstanbul’da bir haftasonu bir değişiklik oluyor ve iyi geliyor. Ayrıca kuzeydeki iklimin insanlar üzerinde çok daha güçlü mod bozuklarına yol açtığı hakkında bir sürü araştırma ve tespit var. Bunların en başında gelen Seasonal Affective Disorder‘ın tedavisi için seyahat etmek önerilmekte. Örnek makaleye buradan erişebilirsin.

Evliya Çelebi ve Barış Manço

Bizim Evliya Çelebimiz, Barış Mançomuz var. Bugüne kadar “Ya şu Evliya Çelebi de dünyayı gezmiş, kesin mutsuzluktan!” diyeni duymadım. Aksine bir çoğumuz kendisine hayranızdır. Çocukluğum Barış Manço’nun seyahatlerini izlemekle geçti. Her hafta nereye gidecek diye sabırsızlıkla beklerdim. Sırf “Barış Manço ile 7’den 77’ye” programında izlediğim ekvator çizgisi deneyi yüzünden Ekvador’da Mitad Del Mundo’daki biraz uyduruk olan Intinan Müzesi‘ne gidip o deneyleri izlemek ve aynı ruhu yakalamak istedim. Çok da eğlendim.

Neden olmasın?

İmkanım varken neden gezmeyeyim ki? İzin günlerinin bir sonraki seneye devredilemediği ve en az 25 gün izin hakkı olan bir ülkede yaşıyorum. Holiday Allowance adı altında Hollanda kanunlarına göre çalışana verilen tatil ödeneği diye bir kalem var. Bekarım, gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi seviyorum. Evde oturup kalayım da turşumu mu kur? Gönül ister ki eşimle çocuklarımla gezeyim. Kısmet hayırlıysa  o da olur bir gün elbet. Olmazsa da canım sağolsun. Tek taşımı kendim almayacağım ama kendi hayallerimi gerçekleştirme özgürlüğüm ve gücüm var çok şükür. Bundan daha güzel bir nimet var mı? Bu arada benim dedelerimden biri trenle bu yaşında hala seyahat eder, diğer dedem de Hollanda gibi bisiklet yolu olmayan Adana’da hala bisikletle ulaşımını sağlar. Biraz da genlerimde var demek ki.

Ne zaman adam oluruz?

Başkalarının yaptıklarını kötüye yormadığımız zaman. Hala algılayamıyorum. Ben biri bir şey yaptığında o kişiyi tanısam bile mutsuzluğa hiç bağlamadım. Neden birisi iyi ya da sevdiği bir şey yaptığında çamur atıyorlar? İlla arkasında kötü bir neden mi yatmalı? Nedir bu? “Neden bu kadar geziyor? Kesin bir sıkıntı var!” demek yerine “Helal olsun hayallerini gerçekleştiriyor, gönlünce neden gezmesin?” diyemiyorlar?

Sen ne dersin Sevgili Okur?

Vişne Kiraz
Amsterdam, Nisan 2017

*Kaynak: tdk.gov.tr

6 Yorum
%d blogcu bunu beğendi: